5 Mart 2017 Pazar

2016'da bitti..

Uzun zaman olmuş yazmayalı. 2016 bitmiş, 2017 Mart gelmiş hatta! Oysa ki ne çok şey birikti, ne çok şey değişti. Instagram hesabımda pişirdiğim yemek tariflerini yazarken kullandığım ‘İmalathane’ kelimesi gerçek bir mekana dönüştü mesela. Yeni tarifler, yeni yemekler, yeni hikayeler, yepyeni dostlar girdi hayatıma o gün bugündür. Öyle çok anlatıyorum ki bir süredir; eski hikayelerimi yeni dostlara, belki de sözlerden yazılara fırsat kalmadı. 
Yaşayan bir ‘SG İmalathene’ var artık. Evdeki deneysel mutfağımdan çıkıp yeme içmenin kültürel boyutuna vurgu yapan, edebiyatla, tarihle, resimle ve hatta müzikle iç içe girmiş yemeklerin pişirildiği yeni bir mutfağa girdim. Sürekli öğrenen ve öğreten bir yer burası. Kendi kendine yolunu çizdi, paylaşmayı ve mutlu etmeyi hiç elden bırakmadan gelişti. Hayatımın en önemli parçası öğretmenliğimle de buluşarak sanki bir eğitim mutfağına hatta minik bir okula doğru evriliyor. Sağlıklı beslenme, doğal, yerel ve mevsiminde yiyecekler tüketme gibi farkındalıklar yaratmaya çalışırken bildiklerini, beğendiklerini, tanıdıklarını, yediklerini, içtiklerini paylaşmayı seven bir sürü de yol arkadaşı oldu üstelik kısacık bir zaman içinde.
Hepsini tek tek anlatmak lazım; hemen isimlerini yazıp Murat Yankı ile Midas’ın Son Akşam Yemeğini canlandırdık, Ali Canip Olgunlu Anadolu’yu anlatırken biz Hitit ve Sümer yemeklerini pişirdik, Feryal Tilmaç bize Marcel Proust anlatırken Madlen kekini, Murakami anlatırken udonları ikram ettik, Feride Çelik Picasso’nun Avignon Kadınlarını çözümlerken balkabaklı yemeklerle eşlik ettik, Alaçatı’dan Berk Balbay geldi av etleri ve yaban otlarıyla dinleyenleri ve yiyenleri başka dünyalara götürdü, bademli yemekler pişirirken Hasan Kale küçücük bir bademe kocaman bir İstanbul manzarası çizdi, Nezih Gençler mahallenin kadınlarına ve sonra herkese ekşi mayalı ekmek pişirme atölyeleri yaptı demekle olmaz. Türk ve Dünya mutfağından pişirilenlere, düzenlenen birbirinden değişik kutlamalara, toplantılara, zeytinyağı tadımlarına, aşure veya kemik suyu günlerine de ayıp olur zaten.
İmalathane nedir diye soranlara ilk zamanlarda cevap vermek ne kadar zorsa şimdi o kadar kolay anlatmak. El yordamıyla kendini bulmaya çalışırken dostlarla birlikte yemekler pişirilip yenen bir atölye diye tarif etmek en doğrusu gibi geliyordu. Gerçekten ne güzel dostlar birikmişti ki hiç yalnız bırakmadılar, geldiler birlikte pişirdiler, getirdiler, götürdüler, anlattılar, dinlediler, kurdular, kaldırdılar, fikirler verdiler, yazdılar, çizdiler tüm süreçte var oldular ve hep varlar, içindeler her yaşanan anın, mutluluğun ve yeni yola çıkışların.
Şükürler olsun biriken tüm dostlara ve selam olsun yaşanacak her şeye…

26 Kasım 2015 Perşembe

2015 BİTERKEN...

2015 biterken, ne kadar çok yazımı ve çektiğim bir sürü fotoğrafı buraya eklemeyi unuttuğumu fark ettim. ( Hatta 2014 biterken yazı bile yazmamışım ).

Hayatımda bu kadar önemli şeyin bir arada olduğu bir yılda, 2015'te, yazmam gereken daha bir sürü yazı ve haber var.

İstanbul Boğazı'nı yüzerek geçmişim, 6600 metreyi lodosa karşı, 1 saat 46 dakikada yüzmüşüm, günlerce etkisinden kurtulamayıp hep o anı düşünmüşüm, oturup yazmamışım.

Otuz sene sonra lise arkadaşlarımla buluşmuşum; o gün bugündür, yılların özlemiyle, fırsat buldukça görüşmüşüm, bundan hiç söz etmemişim.

Hayatıma ''Barış İçin Müzik Vakfı'' girmiş, onlarla birlikte coşmuşum, burada hiç ses yok.

Üstelik yeni bir takım kararlar bile almışım hayatımla ve kariyerimle ilgili, ama sanki bir sır gibi saklamışım.

Olacak iş değil!

Yavaş yavaş eklemeye başlıyorum.

Bugün itibariyle hem fotoğraf hem de yazılarımla burayı boş bırakmamaya karar verdim..

Hadi hayırlısı:))

SELAM!

Selâm! Ne güzel bir sözcük insandan insana ulaşan.. Selâmlaşmak ne güzel bir hareket bir insanın karşısındakine onun varlığının farkında olduğunu bildiren... Güne başladığımız andan itibaren selâmlaştığımız her kişiye verdiğimiz mesaj "sen varsan ben de varım" belki de! Hele ki tüm güzel enerjinizle karşınızdaki kişinin az da olsa gözlerine dokunabiliyorsanız bakışlarınızla ve elinizi kalbinizin üzerine götürerek, başınızı hafifçe eğebiliyorsanız onun varlığını onaylamak için... Vücut dilimizin "Tüm kalbimle ve sahip olduğum herşeye şükrederek, seni görüyorum ve her halinle kabullenerek onaylıyorum" demesi bu olsa gerek...

!

Her dinde, her dilde kelimeler var şüphesiz bu duyguları anlatan.. Benim son zamanlarda karşıma çıkan "Namaste !.. Sawubona !.. Pura Vida!.." bunlardan bazıları. Örneğin; "Namaste", Hindistan'ı ziyaret etme fırsatı bulduğumda beni en çok etkileyen sözcük ve hatta hareketti. Sanskritçe'de "Namah" olarak geçen ve anlamı "Sana.." (to you) olan bu selamı, yerel rehberimiz, her sabah karşılaştığımızda bizleri tek tek karşısına alarak gerçekleştiriyordu. İki elinin avuçlarını birbirine yapıştırarak, hafifçe kalbine yaklaştırıp eğilirken, o kadar güzel bir enerji aktarıyordu ki insana, sanki tüm günü bu enerjiyle geçiriyorduk. "Bana", "beni" özel hissettiren bu hareket "sana ben çok değer veriyorum, sen de kendine benim sana verdiğimden daha çok değer ver ve bugünün kıymetini bil, hiç birşeyin anı yaşamana engel olmasına izin verme" der gibiydi.
Hindistan seyahatinden döndükten hemen sonra ise, günümüzün en çok kullanılan sosyal paylaşım ortamlarından biri olan "instagram"da, Zulu kabilesinin selamlaşma sözcüğü; "Sawubona" çıktı karşıma. Gerçekten çok etkilendim ve onu da araştırdım. Anlamı "Seni görüyorum" (l see you) olan bu sözcüğün cevabı ise "Ngikhona" yani "Buradayım" (l am here) demekmiş. Önce basit gibi görünse de, bu kadarla kalmıyor ve "sen beni farketmeden önce ben var olmuyordum, beni fark ederek var ettin" (until you see me, I didn't exist) gibi derinleşiyor manası. Zulu deyişlerinden biri olan "Umuntu ngumuntu nagabantu" (A person is a person because of other people), tanımlaması ise insanın yüreğine; "Tüm insanlar varsa, ben  de varım", hatta "Her insanı olduğu gibi kabul ettikçe varlığım daha da anlamlı" düşüncesini ulaştırıyor.

 
En son olarak da "Pura Vida" (pure life) kelimesiyle tanıştım, yaz okulu için Kosta Rika'da bulunan büyük kızım Elif sayesinde. Orada bu kelime selamlaşma sırasında "Nasılsın?" sorusunun cevabıymış. "Kosta Rikalılar için bu sözün derin bir anlamı var. "Pura Vida"yı günlük hayatta sık sık kullanarak, Tanrı'nın kendilerine bahşettiği bu güzel ülkede barış ve zevk içinde sürdürdükleri yaşamları için şükrediyorlar" yazıyor ekşi sözlükte. Pura Vida; saf hayat, hayatı akışına bırakmak, zorlamamak, hayattan zevk almak, hayatı doya doya yaşamak, saf bir hayat sürmek, işte hayat bu gibi kavram ve duyguların karışımından oluşuyormuş yine aynı sözlükteki bir yazıya göre.
Bütün bunlar kafamda dolaşırken, anlattıklarımı fazlasıyla dile getiren bu coğrafyada yaşayan herkes için geçerli, harika bir selâmlaşmamız aklıma geldi.

Kimsenin kimseden esirgemediği;  "Allah'ın selâmı üstünüze olsun"...
Ve tüm okuyanlara;  Selâm !.. Namaste !.. Sawubona !.. Pura Vida!..

Selda GÜLEÇ

DÜŞLERİMİ BOYAR MISIN ?


'Düşlerimi boyar mısın?' Uzun süreli tedavi gören tüm çocuklara psiko-sosyal destek sağlamak amacıyla projeler üretip hayata geçirme çabasında olan  'Hayata Renk Ver' derneğinin projelerinden biri... Bu genç derneğin gönüllü üyeleri; çeşitli hastalıkları nedeniyle hastanelerde uzun süre kalan çocuklarla, bu proje kapsamında; zaman zaman eğlenceli, zaman zaman eğitici çalışmalar yaparak çocukların hastanelerde geçirdikleri zamanı kaliteli hale getirmeye çalışıyorlar. Yaşıtlarıyla birlikte okula gidemeyen öğrenci hastalar için hastanelerde açılmış sınıflar ve bu sınıflar için devlet tarafından atanmış öğretmenler var. Ne yazık ki bazI sınıfların fiziksel koşulları hasta çocuklar için çok uygun değil. Çapa Tıp Fakültesi' ndeki böyle bir sınıf için kolları sıvayan gönüllü dernek üyeleri yaptıkları etkinliklerle ve topladıkları bağışlarla bu sınıfın hayata geçirilmesine vesile oldular.

İşte bu sınıfın hikayesi:

Bir gün, bir çocuk, bir rüya görmüş; sonra bir çocuk daha, sonra bir başkası ve bir başkası... Rengarenk rüyalarmış bunlar; çocuk kalplerin beyaz, gri, siyahlardan, sıkıntılardan kaçıp sığındığı, rengarenk duvarların, resimlerin, çekmecelerin, dolapların, kitapların, oyunların ve gülen yüzlerin olduğu rüyalar... Sonra bir çocuk çok istemiş bu rüyaların gerçek olmasını; o kadar çok içten istemiş, o kadar içten dua etmiş ki ve sonra bir başkası, bir başkası daha ve bir ötekisi...
Derken bu dualar bir araya gelmiş ve rüyaları gerçekleştirmek için başlamışlar dolaşmaya; caddelerden geçmişler, virajlar dönmüşler, yokuşlar inmişler, çıkmışlar, koşmuşlar, durmuşlar, havalanmışlar bazen ve konmuşlar ve kalkmışlar tekrar... Ne zaman ki  ulaşmışlar rüyalardaki tüm bu renkleri taşıyan ve her zaman paylaşmaya hazır kocaman yüreklere işte o zaman durmuşlar orada. Sonra dualar ve yürekler birleşmiş çocukların rüyalarını gerçekleştirmek için. 'Düşlerimi boyar mısın?' diye seslenen çocuk yürekler, böyle buluşmuş, renklerle dolu kocaman yüreklerle...

Şimdi gidip bakın; Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Servisi'nde rengarenk boyanmış koridor duvarları, hasta çocuk odaları, rengarenk dolapların, çekmecelerin, masaların, kutu oyunların olduğu bir sınıf, resimler çizilmiş duvarlar, kitaplar dizilmiş renkli raflar göreceksiniz ve gülen yüzler. Ama en önemlisi size rengarenk boyanmış ellerini sallayan çocuklar var orada, solgun yüzlerinde biraz olsun parlamaya çalışan gözleriyle,  düşleri boyandığı, rüyaları biraz da olsa gerçekleştiği, sıkıntıları azıcık aralandığı  için teşekkür eden ve iyileşmeyi bekleyen çocuklar...
Bizim dualarımız da onlarla, çocuklar iyi olsun diye renk veren herkese ve bağışlarıyla bütün bu rüyaların gerçekleşmesini hızlandıran çok sevgili Vehbi Güleç'e teşekkürler ...

'Düşlerimi Boyar mısın?' ekip üyeleri adına;

               Selda GÜLEÇ
               Dernek Üyesi

KAÇMAK LAZIM!


İlk Kaçış :

Kaçmak lazım, arada bir kaçamak yapmak şart... Yani demem o ki; içinde bulunduğumuz karmaşık büyükşehir yaşantısından uzaklaşmak gerekiyor. O kadar yoruluyoruz ki karmaşanın içinde; kaçmaya, uzaklaşmaya ve başka bir yerde uyanıp farklı bir hava solumaya dahi üşeniyoruz.
Biz kaçmayı başardık. Çok uğraştık, karar verdik, vaz geçtik, derken tüm şartlarımızı zorlayıp bir Cuma akşamüstü saat 16.30 civarında, sadece üstümüze yedek bir şeyler koyduğumuz sırt çantalarımızla arabamıza bindik ve hiçbir plan yapmadan yola koyulduk. Araba yolculuğu bizi uçak rezervasyonu, bilet bulma gibi ayrıntılarla uğraşmaktan kurtardı. Köprüye doğru mu, Edirne’ye doğru mu gitsek derken Cuma akşamı köprü trafiğinden korkup Edirne istikametine yöneldik. Yol akıp giderken Türk sınırından geçince seksen kilometre uzaklıktaki Alexandrapolis geldi aklımıza, ama sınırı geçerken plaka ile ilgili işlemler gerektiği için Çanakkale tarafı daha cazip göründü. Bunları düşünürken Tekirdağ tabelasını görüp köfte yemeden geçilmez buradan dedik ve Ali Baba’nın yerine uğradık, meşhur olmanın hakkını veren köftelerimizi yer yemez de yola devam ettik. Seçeneklerimiz arasında Bozcaada ve Assos vardı. Bozcaada’ya en son 19.30’da feribot olduğunu öğrenince otomatik olarak bu seçeneği daha sonraki bir kaçış planına bırakıp, Eceabat’tan saat başı kalkan feribotların avantajını kullanmayı düşünerek Assos’ta karar kıldık. Yolda Ezine’ye uğrayıp peynir aldık, hatta ilk defa gördüğümüz ve duyduğumuz acı biber reçelinden tadıp dostlarımıza da tattırmak üzere bir küçük kavanoz da acı biber reçeli aldık. Yollar çok rahattı ve bir çırpıda hedefimize ulaştık. Behramkale’ye geldiğimizde balıkçı barınağının çevresindeki otellerden Behram Otel’de ya da biraz daha yol alıp geçen sene yeni açılan İda Costa Otel’de kalma fikri vardı aklımızda. Behram Otel’de bizi güleryüzlü evsahipliği ile resepsiyon görevlisi Ahmet karşıladı. Hatta Mitolojideki Tanrıların isimlerini verdikleri odalardan denize bakan Eros isimli odayı gezdirdi bize, ama aklımızda İda Costa’yı da görmek olduğu için samimiyetle yerini sorduk yeni açılan bu otelin.  Ahmet geceyi kendi yerlerinde geçirmemiz hususunda ısrar etti. Ama diğer yandan da yörenin en güzel oteli olduğu bilgisini verdi diğer otelin.  Bu kadar yol gelmişken üşenmedik on kilometre daha gidip, gecenin o saatinde sadece bekçi Muharrem Ağabey ve otelin şefi Ramazan Bey’in bizi karşıladığı otelimize  vardık. Oda kapılarının anahtarına resepsiyon görevlisi Tahsin’le yapılan telefon görüşmesi sonucunda sahip olabildiğimiz maceramızı otelin şöminesi önünde Ramazan Bey’in bademli keşkül ikramı ile tamamladık. Yediğimiz bu güzel tatlı ertesi gün kahvaltının nasıl olacağı hakkında iyi bir ipucu olmuştu aslında.

Sabah uyandığımızda harika bir deniz manzarası bizi bekliyordu. Önce, kahvaltıyı hak edebilmek için, otelin hemen önündeki sahil boyunda güzel bir yürüyüş yaptık. Yürürken çocukluğumuzda denizde sektirebilmek için arayıp zor bulduğumuz yassı taşlardan o kadar çok gördük ki kendimizi eğrile doğrula taş toplamaktan alamadık. Kahvaltı salonuna geldiğimizde muazzam donatılmış bir sofra bizi bekliyordu. Yöreye ait ve tamamen organik lezzetler; sahanda sucuk, yumurta, peynirler, ev yapımı kabak reçeli ve her şey çok güzeldi; ama en çarpıcı lezzet, yörenin  ‘su fasulyesi’ denilen filiz şeklindeki otlarının tane hardallar, zeytinyağı ve çok az sirkeyle harmanlanmış haliydi.

Gezilecek yerler hakkında gerekli tavsiyeleri alıp otelden ayrıldık. Önce Küçükkuyu’dan geçerek gerçek adı Çetmi olan, bugünkü adıyla Yeşilyurt’a gittik. Bir hediyelik eşya dükkanında sabah deniz kıyısından topladığımız taşlar kullanılarak sanatçı Osman Coşar tarafından yapılmış çok hoş objeler gördük ve hiç düşünmeden ‘olabilecek en güzel hatıralar’ diyerek birkaç tane satın aldık. Hemen bu dükkanın çaprazında ‘Siz hiç Çetmi tatlısı yediniz mi?’ yazılı tabelası olan küçük  bir lokanta vardı, içeri girdik ve  oradan çıktığımızda sorunun cevabını artık ‘evet’ olarak verebiliyorduk.

Bir sonraki durağımız Adatepe’deki ‘Zeus Altarı’ idi. İlyada Destanı’nda Troya Savaşının Tanrılar tarafından buradan yönetildiği varsayılan bu tarihi sunak yöre halkının aynı yerde bir Yatır olduğunu varsayması ile kutsal özeliğini bugün de korumakta. Zeus Altarı’na yaklaşık üç dört kilometrelik bir yokuş tırmanılarak gidiliyor. Tırmandık mı tırmandık, ama yukarı vardığımızda karşımza çıkan Edremit Körfezi manzarası harika idi. Fakat ne yazık ki; yol boyunca ve vardığımızda çevredeki çöpler, Altar’ın içinde dahi gördüğümüz pet şişeler içimizi sızlattı. Büyük tarihi değeri olan böyle  bir yer daha iyi bakılmalıydı ve korunmalıydı da; buralara bunca gelen turistik turlar, rehberler  ve turizm sektörünün içindeki  tüm diğer ticari kaygı taşıyan kişiler bununla ilgili hiç bir şey yapıyorlar mıydı acaba diye düşünmeden edemedik . Neyse ki,  Adatepe’ye yukarıdan baktığımızda mimari özelliğini koruyarak sadece taş evlerden oluşan yapılaşmasını sürdürmeyi başarmış olduğunu gördük de biraz olsun rahatladık.
Adatepe sonrasında doğru İzmir’in yolunu tuttuk. Önce Eski Foça’yı güzelce gezdik, bugüne kadar buralara gelmediğimize de çok üzüldük. Ne şirin ne güzel bir yermiş meğer Foça.  Hele insanları… Ege insanının sıcacık saran hali onca yolu gelmeye değer gerçekten.

En sonunda yörenin meşhur  balıkçısı Fokai’ de harika bir balık ziyafeti çektik kendimize. Balıklar harikaydı,  ama esas buradaki hikayemiz daha da harikaydı. Arabamızı Emniyet Müdürlüğü’nün arkasına çekmiştik. İndiğimizde birden arabanın uzaktan kumandası çalışmadı. Ve tesadüfen oradan geçen orta yaşlarda bir bey;  ‘hep oluyor, sinyalizasyonu bozuyorlar burada güvenlik için’ dedi. ‘Şuradaki balıkçıya sorun,  onlar servis çağırırlar, hallolur’ diye de ekledi. Bir anlam verememekle birlikte gittik ve sorduk. Aldığımız cevap daha da ilginçti; ‘bizim de tentenin uzaktan kumandası çalışmıyor, birazdan düzelebilir’ dedi şef garson. Bundan sonraki yaklaşık bir buçuk saat içinde restaurantın sahibinin oğlu Egemen nerdeyse başında bekleyerek sinyalizasyon geri geldi mi diye kontrol etti ve geri gelir gelmez arabayı başka yere çekerek bizi bu dertten kurtardı. İnanılmaz gibi görünüyor ama oldu, hatta güzel de oldu. ‘Ne yaparız?’ diye endişelenmiştik baştan, ama bu da güzel bir anı oldu ve en güzeli Fokai Restaurant’ta harika dostlarımız oldu…

Kaçmak güzel oldu. Kısacık bir süre de olsa kafayı boşaltmak harika geldi.

 İkinci Kaçış!

Harika geldi ya kaçmak, ikincisi şart oldu tabi. Bu seferki biraz daha planlı ama yörenin özelliklerinden dolayı yine sürprizlerle doluydu. Güzel kaçış noktalarından biri seçildi. Dalaman'a uçuldu, ver elini Kabak Koyu. Ve ilk sürpriz geldi; tesadüfen farkettik ki kaldığımız otelin arkasında  dünyanın en önemli 10 uzun mesafe yürüyüş noktasından biri olan Likya Yolu var. Teke yarımadasındaki patikalardan bir kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş yürüyüş rotasına verilen isim Likya Yolu. Paralel kırmızı ve beyaz çizgi, yürüyüşçülere yolun yönünü gösteriyor. Girilmemesi gereken patikalara kırmızı çarpı konmuş. Yol boyunca kaya ve ağaçlar üzerinde çok sayıda işaret var, doğru yolda olduğunu gösteren taşlar üst üste konarak yapılan işaretler çok sevimli. Antalya'ya kadar uzanan Likya Yolu'nun birinci bölümünde Uzunyurt (Faralya) Köyü tarafında yürüdük biz. Şehir ve iş stresinden uzaklaşmak, gerçekten kaçmak istiyorsanız mutlaka yapılmalı.  Kate Clow adında bir hanım kazandırmış bu yolu. Tamamı 509 kilometreymiş ve 30 günde tamamlanabiliyormuş en iyi ihtimalle...
İkinci kaçışımızın bir sonraki durağı

Kaş..  'Ben kaçış noktamı buldum; ne zaman daraldım, sıkıldım  bundan sonra Kaş'a giderim.' dedirtiyor insana.  Gözümü gönlümü rahatsız eden hiçbir şey görmedim Kaş'ta. Yerlerde tek bir çöp görmeye imkan yok,  aksine ağaçlardan dökülmüş tek tük begonvil çiçekleri var sadece.  Her ev, her dükkan, her restaurant tek başına kendine has ve özel. Sanki  sihirli bir el dokunmuş.  Kim ya da kimler veya herkes birarada mı göstermiş bu hassasiyeti bilmiyorum ama ortaya çıkan iş mükemmel. Şehrin içinde kalmak çok iyi bir fikir, çünkü her yer çok şirin. Hele Ruhi Bey Lokantası'nda akşam yemeği tadına doyulmaz...

Rotada son olarak  Dalaman havalimanına gitmeden Göcek'e uğramak var; ama deniz için değil, biraz yukarılara çıkmak ve  'sana bir tepeden baktım canım Göcek' demek için. Ve işte bir sürpriz daha! Göcek sırtlarında Gökçe Ovacık'da bulunan Huzur Vadisi'nde müthiş bir Yoga oteli var. Huzur Vadisi yoga inzivası için müthiş bir yer! Birçok incir ağacının da bulunduğu antik zeytin bahçelerinin arasında dağda konuşlanmış. Cennet gibi bir yer, yolunuz düşerse mutlaka buralara uğrayın...
Ama yine de; kendi 'Huzur Vadi'mizi yaratmak elimizde diyorum ben, her neredeysek, orada ve o anı yaşayarak...

Not: Siz de kaçın, çok beklemeden hem de. Herkese şiddetle tavsiye olunur…
Selda Güleç

18 Eylül 2014 Perşembe

Zagreb'de gerçekleşen 2014 Balkan Şampiyonası Engel Atlama Genç Biniciler Takım Yarışmalarında gümüş madalya ile sevindik...

4 Aralık 2013 Çarşamba

2013 BİTERKEN...

 

"Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz'' der  Stefan Zweig,  Brezilya'da sürgündeyken yazdığı en tanınmış eserlerinden biri olan Satranç'ta... Hiçlik derken hikayenin en önemli karakteri Dr. B'nin ikinci dünya savaşı sırasında, tek başına bir otel odasında herkesten ve dünyanın tüm nimetlerinden uzakta, kalemi, kağıdı, kitabı dahi olmadan sorgulanmayı beklediği durumunu anlatmaktadır.
 
2013 yılı biterken okuduğum bu eserden çok etkilenmiş bir ruh halindeyim şu anda. Dr.B'nin düştüğü durum günlük hayatta varlığının önemi fark edilmeyen her şeye sıkı sıkı sarılmanın gerekliliğini bir kez daha hatırlatıyor insana. Hiçlik içinde kalmış biriyle ilgili satırları okumak ise gerçek yaşamın nefes alıp vermekten, yiyip içmekten ibaret olmadığını fark ettirip elindeki kitaba dahi sarılma ihtiyacı hissettiriyor . 'Al kalemi eline bir şeyler yaz, yazmanın tadına var.' dedirtiyor. 'Her anı doldurabilmek; resmin, müziğin, tiyatronun keyfini çıkartmak gerekir.' dedirtiyor hatta. 'Yürüyebilmek, etrafını görebilmek şansın varken; gökyüzündeki mavinin, ağacın yeşilinin, toprağın kokusunun güzelliğini içine çek!' dedirtiyor. 'Fırsatın varken yolda gördüğün çocuğun saçını okşa, insanları sevindir, bol bol ver, kazandıklarını paylaş, çevrendekiler yoksa sen de yoksun!' dedirtiyor. 'Sevdiğinin elini tut, evlatlarını öp kokla, büyüklerini boşlama, tüm sevdiklerinle çok vakit geçir.' dedirtiyor. Kısacası; 'Boş yaşama, yaşamının ve sahip olduklarının kıymetini bil!' dedirtiyor. Ve tüm bu düşündürdüklerinden sonra nasıl da şükrettiriyor... 
İşte bazı kitaplar düşündürebildikleri ve hissettirebildikleri şeyler yüzünden büyük eser oluyor, dolayısıyla da büyük değer buluyor. Bu güzel eseri 2013 bitmeden okumanızı tavsiye ederim.
Güzel eserler gibi bazı insanlar da hayatlarımızda çok önemli izler bırakıp, inanılmaz değer buluyorlar. Yoklukları büyük boşluklar yaratıyor. Ve belki de kaybedince daha çok fark ediliyor değerleri. İşte bu yüzden bu yıl biterken belki biraz üzüntümü paylaşmak, belki biraz da sevdiklerimizin ardından hissedilenleri aktarmak, ya da hatırlatmak istiyorum. 8 Ağustos, Ramazan Bayramı'nın ilk günü, çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın Levent'in ölüm haberini aldığımız günden beri yaşamı algılayışım da, geçmişe ve geleceğe bakışım da bir  başka.. Bazen yaşam aniden bitiveriyormuş meğer. Hiç plana programa bakmıyormuş. Ertelemeye hiç gelmiyormuş bazı şeyleri. Hele üzülmeye hiç değmiyormuş. Bir güne başlarken sonu gelir mi bilinmiyormuş ve bazen gidişlerin dönüşü olmuyormuş. Levent'te böyle ayrıldı aramızdan; bir sabah geri dönmek üzere çıktığı sevgili evine ve ailesine geri dönemedi. Anlaşılması çok güç, belki de dünyanın en saçma trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Bizler onu çok sevenler bu apansız gidişin arkasından bakakaldık. Çok şaşırdık, inanamadık, inanmak zorunda kaldık, ellerimizle toprağa verdik, ağladık, ağladık, çok üzüldük ama hiç bir şey yapamadık. Ne diyeceğimizi bilemedik! Sözler bitti, birbirimizi teskin edemedik. Sadece yapılması gerekenleri yaptık; dualar ettik gidene ve geride bıraktıklarına... İçimiz yandı, belli ki bu acı çıkmayacaktı içimizden... O'nu hep güzel anılarla hatırlamaya karar verdik. Hatırlamak ne garip bir kelimeymiş aslında unutulması imkansız durumlar için... Hiç yokken de yaşayabilenlerden biriymiş meğer Levent... 
2013 acısıyla tatlısıyla biterken meğer neler öğretmiş bize...  
Sağlıkla ve sevdiklerimizle birlikte var olduğumuz, dolu dolu yaşayabilmeyi başarabildiğimiz, mutlu bir yeni yıl dileğiyle... 
 
                                                           Levent'in Anısına...