28 Şubat 2012 Salı

HADİ BANA KOLAY GELSİN…

Çok okur benim ablam, okuduklarını paylaşır; okuduğu bir kitapsa, bitirir bitirmez ilgileneceğini düşündüğü kimseye okuması için verir, ya da ilk fırsatta mutlaka hediye olarak alır. Eğer bir gazete yazısıysa okuduğu, yazıyı keser, kimi ilgilendiriyorsa ‘belki kaçırmıştır, okumadıysa okusun’ diye ona verir, kendisi için kesmişse de mutfağındaki tahtaya asar. Hiçbir şey yapamazsa asla unutmaz ve sohbet arasında anlatır. Eğer gündeminizi onunla paylaşırsanız, kim olursanız olun, öyle güzel dinler ve içselleştirir ki durumu, hemen algısını bu yöne yoğunlaştırır. Bundan sonraki aşamada bugüne kadar bildiklerini, gözlemlerini, edindiği yeni bilgiyi mutlaka ileterek her türlü desteği sağlar size. Dekorasyonla ilgili bir probleminiz varsa örneğin ve onunla paylaşmışsanız, konuyla ilgili konuşmanızdan sonraki ilk karşılaşmanızda, eskiden aldığı ve kayda değer bulup sakladığı bir dekorasyon dergisini uzatıverir içindeki güzel önerileri size aktarabilmek için.

Şimdilerde, bugüne kadar satın aldığı, okuduğu ve kullandığı tüm yemek kitaplarını ya da içinde yemek tarifleri de bulunan tüm edebi eserleri toparlayıp bana veriyor. Sebebi gayet açık; yıllardır biriktirdiğim pasta, börek, yemek tariflerini hikayeleriyle birlikte elektronik ortamda paylaşıyor olmam ve birkaç arkadaşımın da önerisiyle bu yazıları bir kitap haline getirme isteğimin doğması. Bu fikirden son derece keyif alan, gerçekleştirdiğim herşeyden her zaman gurur duyan ve hayatım boyunca beni destekleyip, başarılı olacağım konularda heveslendirmeye çalışan ablam, elime Selim İleri’nin ‘Oburcuğun Edebiyat Kitabı’ isimli kitabını tutuşturdu son görüşmemizde. Kitabın arasında da Milliyet Gazetesi’nden kesilmiş bir küpür vardı. 19 Şubat 2012 Pazar günü yayınlanan Vedat Milor’un 'Gönülsüz yapılan aş, ya karın ağrıtır ya baş...' başlıklı yazısı. Konya’da tanışma fırsatı bulduğum Saime Yardımcı hanımefendinin ‘Bağ Evlerinin Asırlık Sırları’ isimli kitabıydı yazının konusu. Konya seyahatimiz sonrasında, ablama Meram bağlarında Saime Hanım tarafından misafir edildiğimizi ve onun da bir kitap çıkarma hazırlığı içinde olduğunu anlatmıştım. Hatta, 'Mevlana’nın Ayak İzleri' adı altında bloguma yazdığım yazıda şöyle bir paragraf geçiyordu; ‘Meram Bağlarındaki diğer bir durağımız bizi Konya lezzetleriyle tanıştıran Saime Hanım’ın eviydi. Tam bir misafirperverlik örneğiydi kendisinin bu daveti. Taze otlar ve peynirleri sarmalayan sac pideleri, buğdaydan hazırlanmış yöresel bir karışıma eklenerek yenen bahçeden toplanmış ve kurutulmuş envai çeşit kuru ve yaş meyveler, Konya’nın ünlü tatlısı pudra şekerli sac arası tatma fırsatı bulduğumuz Konya lezzetlerinden birkaç tanesiydi’ (http://seldagulec.blogspot.com/search?updated-max=2012-01-24T09:46:00-08:00&max-results=7). Bu konu hakkındaki bir haberi kaçımama izin vermedi tabi ki sevgili ablam ve küpür tez zamanda elden ulaştı bana. Ulaşmakla da kalmadı, hakkında konuşuldu, daha önce bana verdiği kitaplarla karşılaştırıldı, üstüne de en son denediğim ve tarifini blogumda yayınladığım ıspanaklı kereviz yenildi (http://seldagulec-homemade.blogspot.com/search?updated-min=2012-02-01T00:00:00-08:00&updated-max=2012-03-01T00:00:00-08:00&max-results=4).

O kadar güzel kitaplar geçti ki elime bu sayede, fırsat buldukça hepsini okumaya çalışıyorum. Ne de çok kitabı varmış ablamın bu konuda. Ya da ne çok yazar eserlerini yemek tarifleriyle de süslemiş, bunların içinde ihanete uğreyan tarifler bile var ('İhanete Uğramış Yemekler' Funda Özkalyoncu). Artık kendim de alıyorum bu tip kitapları ablamın bana verdiği değere layık olmak için; bazen güzel yemekler yediğimiz restaurantlardan, bazen kitapçılardan. Neler neler öğreniyorum bu sayede, mesela ‘slow food hareketi’ diye bir oluşumun varlığını öğrendim (Kitabı aldığım yer 'Kantin'). Carlo Petrini isimli İtalyan bir gastronomi yazarı tarafından Roma'nın tarihi örgüsünün içinde açılan bir Mc Donald's restaurantına karşı başlatılan bu hareketin sembolü salyangozmuş. Hareket sadece fast food’a karşı gelmekle kalmıyor, aynı zamanda bir insan hakları hareketi niteliği taşıyor, çünkü Carlo Petrini ye göre sadece doymak değil, lezzet almak da bir insan hakkı (http://www.slowfoodanadolu.com/baskanin-mesaji/slow-food-carlo-petrini-bilinc-ve-sorumluluk). Ruhu şad olsun Prof. Dr. Arman Kırım'ın 'Tazesi Makbuldür' de ablamın verdiği kitaplardan biri. İnsanı lezzetli tariflerle ve hikayelerle dünyanın her yerinde dolaştırıyor hocanın güzel anlatımı. Yetenekli şef Didem Şenol'un, Ege kıyılarındaki pazarları tek tek gezerek  ilham ve bilgi topladığı kitabı 'Kızımız Defne'yi Oğlumuz İskorpite' ise benim bizzat yerinden aldığım kitaplardan biri. Daha neler neler var ablamın verdiği kitaplar arasında; Anthony Bourdain'in 'Mutfak Sırları-aşçılık dünyasından mahrem maceralar', Deniz Gürsoy'un 'Çilingir Sofrasında Rakı Mezeleri', Lale Apa ve Bedriye Medina'dan 'Remix' , Prof. Dr. Ayşe Baysal, Prof. Dr. Türkan Kutluay Merdol, Prof. Dr.Nevin Ciğerim, Dr. F. Handan Sacır, Doç Dr. Sevil Başoğlu'ndan 'Türk Mutfağından Örnekler', Tijen İnaltong'tan 'Tak Koluna Sepeti', okuma fırsatı bulabildiklerimden bazıları örneğin.

'Yemek ruh ile pişer, sevgi ile demlenir, aşk ile sunulur...' diyor kitabında Saime Hanım. Bence sadece yemek değil; kitaplar hatta insanlar da ruh ile pişer, sevgi ile demlenir ve aşk ile sunulur. Ablam da benim ruhumu besliyor diyebiliriz bu anlamda (ve biraz da dürtüyor)! Herkese benim ablamdan bir tane lazım yani.

Anlaşılacağı üzere yeni misyonum; çok okumak, okuduklarımdan feyz almak ve sonra da kendimle özdeşleştirdiğim orijinal bir fikirle tariflerimi harmanlayıp benden beklenen kitabı çıkarmak…

Hadi bana kolay gelsin...



Slow Food hareketinin sembolü Salyangoz

      
         Not: Gazetedeki yazının tamamı yukarıdadır.

8 Şubat 2012 Çarşamba

TÜKENMEZ...

Yarıyıl tatilinin ikinci yarısında Bursa’daydık. Hafta sonuna doğru havanın güzel olmasından faydalanarak annemi de alıp Bursa’nın yakın çevresine geziler yapma fırsatı bulduk. Çocukluğumun yazlarının geçtiği fakat ne yazık ki artık tanımaya dahi imkan olmayan Güzelyalı, nam-ı diğer Burgaz’ın, kış nedeniyle trafiğe açık olan sahil yolundan arabayla geçebilme şansımız oldu. Şu anda biçimsiz ve çirkin apartmanların yükseldiği bu sahil yolunun kenarında eskiden bulunan küçük evleri ve içlerinde yaşayanlarla anılarımızı konuşa konuşa Mudanya’ya kadar ilerledik.  Zamanında zeytin ağaçlarının kapladığı uçsuz bucaksız arazilerin bulunduğu Mudanya’da, ablamların yazlık evinin bahçesinde hala daha varlığını sürdüren küçücük zeytin ağacının üstünden zeytin topladık.  Her ne kadar insana hüzün verse de; dallara uzanıp zeytinleri elimizle tek tek toplarken her şeyi unutup bu işe odaklanmak bana terapi gibi geldi. Babacığım yaşıyor olsaydı, bu zeytinleri tuzlayıp, yağlayıp kavanozlara koyar ve  hergün üşenmeden evire çevire harika sele zeytinleri elde ederdi.
Çevre gezilerimiz sırasında Bademli’de akşam yemeği yediğimiz Bademiçi Restaurant mutlaka adından söz edilmesi gereken gerçekten çok hoş bir mekan. Özellikle iftar yemeği için geçen sene eniştem ve ablamın ısrarla bizi davet ettiği ama bir türlü gidemediğimiz Şef Ömür Aksoy’un yarattığı bu lezzetli ve bir o kadar da samimi ortamı çok beğendim. Antakya mutfağının güzel yemeklerini Bursa’da yeme imkanı elde etmenin yanında, genç ve yetenekli Şef Ömür Bey çok özel lezzetler de sunuyor artık aile gibi olduğu müşterilerine. Aile gibi olduğu yorumum kendisini pek çok masada oturmuş sıcak sohbetler yaparken görmemden kaynaklanıyor. Ayrıca gelenleri müşterisi değil de misafirleriymiş gibi karşılayıp geçirmesi de insanda bu etkiyi yaratıyor ister istemez.
Asıl sözünü etmek istediğim, Bademiçi Restaurant’ta daha henüz yemek servisi başlamadan yapılan ve bizleri çok eskilere götüren ilginç su servisi. Su diyorum ama, aslında doğal maden suyu ve yüzde yüz elma suyunun karışımından oluştuğunu öğrendik içinde doğranmış taze mevsim meyvelerinin de bulunduğu bu sarı renkli içeceğin. Annem; bunun rahmetli büyükbabamın alt tarafında musluk bulunan küçük bir toprak küp içine hazırladığı, adına ‘Tükenmez’ denilen bir içecekle çok benzer olduğunu söyledi. Bademiçi'nde ikram eskiden hemen hemen herkesin evinde bulunan göbekli cam sürahilerde yapılıyor.  Kabuğu soyulmadan dörde bölünmüş portakalın turuncusu ile bazısı yeşil kabuklu, bazısı kırmızı kabuklu elmaların ve taze nane yapraklarının renkleri karıştığında müthiş bir harmoni oluşmuş camın şeffaflığında. İşte bu özelliği ile büyükbabamın yaptığından farklılık gösteriyor Şef Ömür Bey'in karışımı. Çünkü hiçbir şeffaflığı olmayan küpten sadece suyu alınıp içilirmiş bir zamanlar bu içeceğin. Kübün içine kabuklarıyla atılan ayva, elma, döngel, limon, portakal gibi meyvelerin üzerine su konur ve öylece bir süre bırakılırmış. Hatta akşamları meyve yerken soydukları kabukları da bu karışımın içine atarlarmış hem aroması hem de şifası geçsin diye ve suyu azaldıkça da su eklerlermiş. Yani günümüzde mevsim meyvelerini çok iyi yıkadıktan sonra kabuklarıyla yememizi tavsiye eden doktorlarımızın da onaylayacağı çok şifalı bir karışım olurmuş bu aslında…
O halde Şef Ömür Akkor’a hem bize bu nostaljiyi yaşattığı, hem de böyle sağlıklı bir sunum yaptığı için teşekkür etmek gerekiyor.
Ayrıca belli mi olur, bu yazıyı okurlarsa henüz isim koymadıkları, hem görüntüsü hem de lezzeti güzel bu içeceği belki de ‘Tükenmez’ ismiyle ikram ederler bundan sonra Bademiçi’nde.

 Selda Ayşe Güleç