27 Kasım 2011 Pazar

2011 BİTERKEN...

 ''Gönlümde sema, sevinç ve zevk var her gün...''
                                                                                Mevlana

2011 BİTERKEN…

Nasıl geçtiği anlaşılmayan bir yıl mı, yoksa ‘ne zorlu geçti’ diyebileceğim bir yıl mı bilmiyorum 2011. Geçen sene bu vakitler ‘2010 biterken…’ başlıklı yazımı yazarken bu kadar zor bir yılın beni beklediğini bilmiyordum. Daha zor yıllar da oldu tabii ki, onlar geçmişti, 2011 de geçti. Aslında ömür geçiyor demek daha mı doğru acaba? Eskiden arkama dönüp yılların nasıl geçtiğine bakmaz mıydım yoksa? Bilmiyorum…

Hayatım boyunca her yeni güne yeni umutlarla, güzel düşüncelerle ve mutlulukla uyandım. Her zaman uyandığım gibi devam edebildim mi? Hayır! Ama ertesi güne yine iyi duygularla uyanmaya çalıştım. Kötülükleri silen ve hızla çözüm bulup, yoluna devam eden bir mekanizmayı işletmeye çalıştım içimde, bazen farkında olarak, bazen de fark etmeden.

Şimdi 2012 yılına da böyle girmek istiyorum. Hastalıkları, ameliyatları, aksilikleri, beni çok şaşırtan ve inanmakta zorlandığım saçmalıkları, yorgunlukları, üzüntüleri, kısacası tüm olumsuzlukları geride bırakıp yoluma devam etmek istiyorum.

Bunun için oturdum geçtiğimiz yıl olumlu olan her şeyi kendime hatırlatmaya çalıştım. Güzel seyahatleri hatırladım ilk önce. Ve hatta hatırlayınca şükrettim ne kadar çok seyahat edebilmişiz diye. Seyahatler de başımıza gelen güzel anları gözümün önüne getirdim. Hiç akılda yokken Mescid-i Aksa’yı ziyaret edip orada dua edebildiğimi, tanrının böyle bir şeyi nasip ettiğini düşündüm. Düğünleri, kutlamaları ve bazılarında ne çok eğlendiğimizi hatırladım sonra. Kızlarımın ve eşimin doğum günümdeki müthiş sürprizini atlamadım tabi tüm güzellikleri kafamda sıralarken. Başarıları hatırladım kazanılan ve bu başarılardan sonraki sevinçleri. Çaresi olmayan hiçbir dert ya da hastalıkla karşılaşmadığımızı fark ettim ayrıca ve tekrar şükrettim. Sahip olduğum, yanımda her zaman olacağını bildiğim dostlarımın isimlerini tek tek aklımdan geçirdim. İyi ki varlar dedim. Hepsinin iyiliği için dua ettim önümüzdeki yıl ve sonraki yıllar için.

Bir şey için daha dua ettim. Çok önemli olduğunu düşünüyorum bu duamın. Çevremdeki insanların hatalarını değil, iyi yanlarını görmeyi diledim Allah’tan. Kusurlar ve hataların her zaman bir sebebi olduğunu aklıma getirmesini istedim. Bu kusurları ortaya çıkararak değil, üstünü örterek, affederek devam edebilme gücünü bana vermesini istedim. Kendim için istediğim her türlü iyiliği başkaları için de isteyebilmeyi diledim.

2012’ye girerken;
Gökyüzünün mavisine daha çok bakmaya, güneşi bulutların arkasında kalsa bile her gün selamlamaya,
İçinde karamel, çikolata, şeker tadında kitaplar, dergiler olan kitapçılarda daha çok zaman geçirmeye, aldığım tüm kitapları okumaya, filmler seyretmeye, sergiler gezmeye, tiyatro biletlerini önceden aylık olarak almaya, şehrin keşfedemediğim yerlerini keşfetmeye, ülkemin gezip göremediğim yerlerine gitmeye, öğrendiklerimi ve kazandıklarımı paylaşmaya,
Sevdiklerimi daha çok ziyaret etmeye, yıllardır görüşemediğim dostlarıma vakit ayırmaya, onlarla buluşmaya,
Daha çok yazmaya, yazdıklarımı bir kitapta toplamaya,
Ve daha çok fotoğraf çekmeye, hatta belki sergi açmaya karar verdim.

Bir dua daha ettim en sonunda bizi yaratana; tüm bu kararları uygulayabilmek için sağlık versin, güç versin diye…
Kim nasıl mutlu olacaksa, her şey herkesin dilediğince olsun diye…
           
27/11/2011
Selda

İlk Not: Kararlarımı uygulamaya başladım. Bu yazıyı yazdığım gün kızımla birlikte, Lütfi Kırdar Kongre Sarayındaki 'Contemporary İstanbul' sanat fuarı daha doğrusu Türkiye'nin en büyük çağdaş sanat etkinliği ve sanat olayını ziyaret ettik. Gerçekten çok güzeldi. Çok sayıda genç Türk sanatçının oluşu daha da değer katıyordu bu sanat olayına bence. Gitmişken oradaki eserlerden alamadık, ama çok güzel kitaplar aldık. Aldığım kitaplardan Prof. Talat Sait Halman'ın çevirileriyle Türkiye İş Bankası tarafından sunulan 'Candan Cana' isimli eser Mevlana'nın 131 rübaisinden oluşuyor. Usta ressam Erol Akyavaş'ın benzersiz desenleri de rübailere eşlik ediyor.
Bu kitaptan okuduğum bilgilere göre; rübai Fars şiirinin bir icadı ve dörtlük demek. Genellikle birinci, ikinci ve dördüncü mısra kafiyeli, üçüncü mısra kafiyesiz. Eğer üçüncü mısra da kafiyeli olursa,''rübai-i terane'' ya da ''rübai-i musarra'' adını alırmış.

İşte içlerinden seçtiğim iki güzel örnek;

Ey gönlüm, ölümden sana gelmez ki zarar;
Cansız kalmak yok sana, can olmak var.
Gökten yere inmiştin başlangıçta,
Yerden göğe sen dinç ağacaksın tekrar.


Çevirisinde 8+8 hece vezni kullanıldığı belirtilerek sunulan bir başka rübai;

Bir yerde konaklayıp da yola koyulmak ne güzel,
Hiç donmadan, bulanmadan böyle durulmak ne güzel.
Dün geçmiş ola: onunla gitti gider dünkü sözün:
Her yepyeni gün için bir taze söz bulmak ne güzel.

Bu rübai ile yazımı tamamlamak da çok güzel.
Şimdi geriye bir tek şey kaldı, her yeni gün için taze bir söz bulmak:)

İkinci Not:

MEVLANA'NIN AYAK İZLERİ...

Anladım ki; ‘2011 Biterken…’ başlıklı yazımı yazdığımda daha çok erkenmiş yılı bitiren bir yazı yazmak için. Aslında belki de Hz. Mevlana’nın rubaileriyle süslerken bu yazıyı evrene bir çağrı gönderiyormuşum farkında olmadan. Ve evren de çalışmış olsa gerek ki, 16-17 Aralık 2011 tarihlerinde Şeb-i Aruz Törenleri için ailecek Konya’ya gittik.
Sadece törenlere katılmadık Konya’da, turda bize rehberlik eden Ali Canip Olgunlu’ya göre Hz. Mevlana’nın ayak izlerini takip ettik. Mevlana’nın sevdiği yemekleri yedik mesela ilk ayak izinde. Bamya çorbası sevdiği yemeklerin başında geliyormuş. Minik minik bamyalardan yapılmış bu çorbayı içmeden dönmemek lazım bence Konya’dan. (Reklam yapmak gibi olmasın ama ünü Türkiye sınırlarını aşmış olan tarihi ‘Köşk Konya Mutfağı’ yeni adıyla 'Konak Konya Lokantası’na mutlaka uğranmalı diyorum ben Konya’ya gidildiğinde...)
'Sema Gösterileri'  çok güzeldi. Gerçek bir ziyafet diyebiliriz buna. Ahmet Özhan'ın yorumuyla tasavvuf müziği ve semazenlerin inanılmaz gösterileri yazılı ve görsel medya sayesinde çok tanıdık olsa da, gidip yerinde izlemek harika. Hele ki gösteriden önce Hz. Mevlana'nın yirmi ikinci kuşak torunu Esin Çelebi tarafından Mevlana Vakfı'nın güzel ortamında ağırlanmak ve sohbet etmek bambaşka güzel ve özel…
Sille Köyü’ne gitmek ve orada Hz. Mevlana’nın kandilleri hiç sönmesin diye yağ gönderdiği kiliseyi ziyaret etmek takip ettiğimiz ayak izlerinden bir diğeriydi. Günümüze kadar gelebilmiş olan Aya Elena Kilisesi şu anda kapalı ne yazık ki. Kilisenin önünden yürüyerek Sille Köyü’nün içinden geçiliyor. Bu gizemli eski Rum Köyünde pek çok şeyi bir arada bulmak mümkün. Daha köye girerken dünyanın en sade mezarlığı çıkıyor karşınıza örneğin. Sade kelimesi bir mezarlık için tuhaf gelebilir belki ama, Osmanlı’dan kalma bu mezarlığı anlatmak için başka bir sıfat bulamıyorum. Kesinlikle mermer kullanılmamış mezar taşı olarak ve aynı boyutta yüzlerce gri renkli taşın başuçlarına dikildiği mezarlar müthiş bir düzen içinde. Ayrıca Konya’da mezarlık kelimesinin pek kullanılmadığını da eklemek istiyorum hazır yeri gelmişken. ‘Susmuşlar’ diyorlar mezarlık yerine. İçi şöyle bir ürperiyor ilk duyduğunda bu sözcüğü insanın, ama sonra çok haklı geliyor kulağa ve henüz yaşarken susmamak gerektiğini de hatırlatıyor içten içe.
Buralarda fotoğraf çekmeye yetişemiyor insan. Sille Köyü’nün yerli ve yabancı turistlere alışık çocukları çok güzel pozlar veriyorlar. Bir taraftan küçük küçük tarihi köprülerin fotoğrafını çekerken, harika bir fotoğraf sergisiyle karşılaşıveriyorsunuz ara sokaklardan birinde. Sonra da mum ve seramik atölyelerini işaret ediyor sevimli Sille Köyü çocukları. E tabi uğramadan olmaz; seramik atölyesinin satış yerinde çok güzel toprak kaplar var. Neye bakacağınızı şaşırmış bir şekilde yürürken sonunda ulaşılan köy kahvesi harika bir dinlenme ortamı.
Ateşbaz-ı Veli’nin Meram Bağlarında bulunan türbesi de takip edilen ayak izlerinden bir diğeri. Buradaki güzel türbede hem dua ediliyor, hem de küçük bir torbaya tuz koyarak dileklerde bulunuluyor. Evdeki tuzun içine az bir miktar katıp tüketmek ve sonra tutulan dilek olunca da türbeye tuz getirerek katkıda bulunmak gerek tabi. Ateşbaz-ı Veli,  Hz. Mevlana’nın aşçısıymış ve bir terbiye ve eğitim makamı olan dergahta yetişmiş. Konya’da ‘Tuzcu Baba’ olarak da anılıyor. Aynı sihirbaz, kumarbaz gibi sonuna ‘baz’ eki alan Ateşbaz kelimesi, Farsça bir kelime, ateşle oynayan demekmiş. Sanırım ‘baz’ son eki kelimeye bir şeyi iyi yapan anlamı katıyor. Yani hakkında anlatılan hikayeye bakılacak olursa Ateşbaz-ı Veli ‘ateşi iyi yakan’ anlamında kullanılıyor olabilir. Hikayeye göre;  bir gün, dergahın mutfağında yemek pişirmek için odun kalmamıştır. Dergahın aşçısı olan Ateşbaz-ı Veli, durumu Hz. Mevlana’ya bildirince, Hz. Mevlana latife yollu, “Odun kalmadıysa ayaklarını kazanın altına sok da yemeği onunla pişir.” der. Ateşbaz için şaka da olsa emir emirdir. Mutfağa gider, ayaklarını kazanın altına sokar ve parmak uçlarından çıkan ateşle yemeği pişirir.

Meram bağlarındaki diğer bir durağımız bizi Konya lezzetleriyle tanıştıran Saime Hanım’ın eviydi. Tam bir misafirperverlik örneğiydi kendisinin bu daveti. Taze otlar ve peynirleri sarmalayan sac pideleri, buğdaydan hazırlanmış yöresel bir karışıma eklenerek yenen bahçeden toplanmış ve kurutulmuş envai çeşit kuru ve yaş meyveler, Konya’nın ünlü tatlısı pudra şekerli sac arası tatma fırsatı bulduğumuz Konya lezzetlerinden birkaç tanesiydi. 
Gerçek Şeb-i Aruz saat 16.00'da Hz. Mevlana’nın Türbesi’nde okunan dua, yani Mevlana'nın Allah'a kavuştuğu anda gerçekleştirilen tören aslında. Mutlaka erken gitmek ve kalabalık çoğalmadan yer bulmak gerekiyor türbede. Beklerken ney sesi eşliğinde dua etmek, o anı yaşamak gerçekten inanılmaz.
Duaya katılmayanlar, Konya'nın meşhur etli ekmeğinden yemeye (Cemo Etli Ekmek) gitmişlerdi. Her ne kadar biraz soğusa da etli ekmekler daha sonra duaya katılanlara ulaştı.
Konya’yı ve Hz. Mevlana’nın Türbesini Ali Canip Bey’in güzel anlatımlarıyla ziyaret etmek bir ayrıcalık olmalı diye düşünüyorum. Anadolu coğrafyasını ve medeniyetlerini çok iyi bilen ve bu coğrafyayı gerçekten çok sevdiği belli olan biriyle dolaşırken insan bambaşka duygularla doluyor. Peygamberlerin sözleriyle ve dini hikayelerle süslü bir anlatım tarzı Konya’nın genel havasına da gerçekten çok uyuyor.
Unutmayayım diye konuşmaların arasında geçen sözlerin bazılarını not almaya çalıştım: ‘Eğer benimleysen ve hiç kimseyle değilsen, o zaman sen herkeslesin’; Allahın bu güzel kelamı aslında ne büyük bir anlam taşıyor. Sanki bir nefeste özetleyiveriyor hayatı ve insan ilişkilerini.   ‘Allahım, gönlümden geçenleri hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle’ diyerek Tanrıdan her şeyin hayırlısını istemek ve O’nun bize verdiklerinin hayrına inanmak ne güzel… 

‘Hoşgörü’ Konya’nın havasında takılıp kalmış sanki. İnsanlar misafirperver, saygılı ve çok istekli. Bu sözler yetmiyor aslında oradayken yaşanılan duyguyu anlatmaya. İstanbul’un her an patlamaya hazır fazla adrenalin dolu havasından sonra buradaki huzur çok etkileyici. Belki de insan Hz. Mevlana’nın ayak izlerini takip ederken ister istemez O’nun felsefesiyle dolup taşıyor.
Kısacası; ‘İlim, aşk, sevgi, saygı ve en önemlisi edeb' içine işliyor insanın Konya'da…                                                                                    

28 Aralık 2011

4 Kasım 2011 Cuma

BU TOPRAKLAR BENİ NEDEN ÇEKİYOR ?

BU TOPRAKLAR BENİ NEDEN ÇEKİYOR?

Selanik...  İlk olarak Atatürk’ün doğum yeri olarak girdi ezberime. Kız kardeşiyle birlikte, Mustafa Kemal’in kargaları kovaladıkları tasvir edilen resimlerdi aklıma kazınan ilk Selanik manzaraları ve tabi ki Atatürk’ün doğduğu evin fotoğrafı. Atatürk niye Türkiye’de doğmamış diye çok üzülürdüm çocuk aklımla. ‘En Büyük Türk’ Türkiye’de doğmuş olmalıydı bana göre.

Selanik… 102 yaşında vefat eden dedemin memleketi. Dedeciğim yaşlı gözlerle anlatırdı; doğdukları ve yaşadıkları topraklardan nasıl kaçtıklarını, yürüyerek sınıra varmaya çalışırken telef olan çocukları, kadınları. Çok kötü hislerle dinlediğim savaş yılları ve büyük göçle ilgili bu hikayeleri, küçücük zihnimde Atatürk’le bağdaştırmaya çalışır; ‘Neyse doğduğunda Türk’müş Mustafa Kemal de!’ diyerek içimi rahatlatırdım!

Selanik… Yeğenim Serdar’ın okulundan ‘MUN (Model United Nations)’ grubu ile birlikte ziyaret ettiği ve döndüğünde heyecanla anlattığı, güzel İzmir’e çok benzettiği şehir. ‘Mutlaka görmelisiniz’ demişti, insanlarının da bizlere çok benzediğini anlatırken.

Selanik… Arkadaşım Sandra’nın eşi ve arkadaşlarıyla her yılbaşı gelip, aynı otelde kaldıkları, çok eğlendikleri, alışveriş ve tax-free imkanını da elde ettikleri, hemen yanı başımızdaki Avrupa şehri!

Selanik…2006 yılından bu yana her yıl pek çok değişik bölgesinde düzenlenen uluslar arası binicilik yarışmaları ve Balkan Şampiyonaları için defalarca gelmek zorunda kaldığımız en önemli destinasyonlarımızdan biri!

Selanik… Atımız Corlonzo’nun belgeleri eksik olduğu için Türk sınırından geçemeyip, bir ay kadar tanıdığımız bir çiftlikte konaklamak zorunda kaldığı yer. Bu zaman içerisinde bazen ailece, bazen sadece eşim ve kızım defalarca gelip gittik.

Selanik… Kızımın Balkan Şampiyonu olduğu yer. 2009 yılının en güzel hediyesi. Türkiye’nin engel atlama dalında, gençler kategorisinde ilk bayan Balkan Şampiyonu.

Selanik… Çok sevgili arkadaşım Aslı’nın 2007 yılında At Terbiyesi Balkan Şampiyonası sırasında tanıştığı Andreas ile evlendiği ve gelin geldiği yer!

Ve Selanik…
Yıl 2011, aylardan Kasım. Bu seferki ziyaret sebebimiz bambaşka! Amerika’daki üniversitelere başvuru için gerekli olan SAT sınav tarihinin Müslüman ülkelerde bayram arifesine denk gelmesinden dolayı 5 Kasım’dan 19 Kasım’a ertelenmesi ve bu tarihin erken başvurulara yetişmemesi. Aslında göründüğü kadar karmaşık değil; kızımın sınav sonucu başvurulara yetişsin diye kendi ülkemizde ayın 19’unda yapılacak sınav yerine, 5 Kasım’da Selanik’te yapılan sınavı alıp sonuçları direk göndermek istiyoruz. Yine de karışık gibi, çünkü bu işin terminolojisi bile değişik. İçine girmeden anlamak pek mümkün olmuyor. İnsan kendini uzaylı gibi bile hissediyor hatta.

Uzun lafın kısası Selanik’e gelmek için mutlaka bir sebep çıkıyor. Bu topraklar bir şekilde beni çekiyor. Ben de her geldiğimde çok mutlu oluyorum ve buradan çok mutlu dönüyorum. Bu sefer de uğurlu gel Selanik bizlere. Kızıma şans getir. Çok güzel geçmiş bir sınavı geride bırakıp dönelim buradan tekrar gelebilmek ümidiyle…
                                                                  Selda Ayşe Güleç

18 Ekim 2011 Salı

BİR TAŞLA ÇOK KUŞ VURMAK!

BİR TAŞLA ÇOK KUŞ VURMAK!

Günümüz teknolojisinin hızının doğal sonuçlarından en önemlisi hiç bir şeye vakit bulamamak. Bizler de bu hıza ayak uydurmak ve sürekli kaçan bir şeyleri yakalamaya çalışmak zorunda kalıyoruz. Eşimizle, dostumuzla görüşmeye dahi fırsat bulamadığımız garip bir süreç içerisinde, çekirdek ailemizle bir arada olabildiğimiz günlere şükretmekten ve yaşantımızı bir taşla çok kuş vurmaya çalışarak geçirmekten başka çaremiz yok.
‘1.Uluslararası Bursa Fotoğraf Festivali’ haberini gazetede fark ettiğimde, bir taşla çok kuş vurabileceğimi düşündüğüm için çok sevinmiştim, çünkü festivalin açılış tarihi küçük yeğenim sevgili Alp’in aile arasında gerçekleştirilecek nişan törenine rastlıyordu. Nişan için Bursa’ya gittiğimde hem ailemi ziyaret etmiş olacak; hem de festivali görme fırsatı yakalayacaktım. Festival; yıllardır gitmeye, gezmeye fırsat bulamadığım Bursa’nın tarihi çarşı, pazar ve hanlarında gerçekleştiriliyordu. Üstelik dolaşırken eski dostlara rastlamak ve onlarla sohbet etmek fırsatını da yakalayabilirsem bir taşla vurduğum kuşların sayısı daha da çoğalabilirdi. Nitekim öyle de oldu.
Ellerinde çerçeve içinde fotoğraflar taşıyan sanatseverlerin yürüyüşü ile açılan festivalin ikinci günü sabahı dört kardeş toplandık, sergi alanının yolunu tuttuk. Tüm sergiler, Bursa’nın en eski alışveriş merkezlerinde, buralara giden yollarda ve meydanlarda kurulmuştu. Uluslararası ve ilk olması her ne kadar çok önemliyse de, bana göre en önemli noktası düzenlendiği alanlar olan bu festival aldı beni çocukluğuma götürdü. Yerli ve yabancı pek çok fotoğraf sanatçısının eserleri; Tuz Pazarı, Uzun Çarşı, Pirinç Han, Tuz Han, Koza Han, Geyve Han ve Fidan Han’da yürürken, dizi dizi sıralanmış çocuklar gibi birden bire karşınıza çıkıyordu.
Elbette bunların arasında benim için hepsinden önemlisi babacığımın yıllardır boş duran mağazasının bulunduğu Fidan Han’daki sergiydi. Koşa koşa babamın dükkanına gittiğim çocukluğumun yolları ve babamla bol bol zaman geçirme fırsatını bulduğum Fidan Han, yıllar sonra fotoğraf sanatının sergi alanları olarak karşıma çıkmıştı. Fidan Han’ın ikinci katında sergilenen eserler arasında yürürken, üst kattan aşağı doğru bakmaktan kendimi alamıyor, eskiden içinde renk renk kumaş toplarının bulunduğu dükkanımızı gözlemeye çalıyordum. Babamın çok güzel bir çalışma masası vardı bu dükkanın içinde, sanırım çizilmesin diye üzerine koydurduğu camla masa arasına hepimizin fotoğraflarını koyardı. Fotoğrafa çok meraklıydı babam, hem çekmeye, hem de ilk fırsatta bastırıp evin çeşitli yerlerindeki çerçevelere yerleştirmeye ve duvarlara asmaya. Harika bir fotoğraf makinası vardı bir de. Hiç sıkılmadan saatlerce poz verirdim babama, ne söylerse yapardım. Ne düşünürdü acaba, hayatının neredeyse hepsini geçirdiği bu mekanlarda fotoğraf sergilerinin yapıldığını görebilmiş olsaydı? Kim bilir babamın fotoğraflarının da sergilendiği bir bölüm olurdu Fidan Han’ın bir yerlerinde  belki de!!!  Tüm bunları düşünürken, esnafın dükkanından çok uzaklaşmadan abdestini rahatça alıp namazını kılabilmesi için inşa edilmiş mescid gözüme takıldı. Zaman zaman buranın önüne gelip duran seyyar tatlı arabası aklıma geldi birden. Bembeyaz ve oldukça katı bir muhallebiyi küçük küçük kesip, üzerine buz gibi pembe bir şerbet dökerdi tertemiz elleriyle tatlıcı amca. Nasıl da severdim, yalvarırdım babama alsın diye! Seneler sonra İstanbul’da görüp, adının ‘bici bici’ olduğunu öğrendim bu tatlının.

Son günlerde benim için oldukça öne çıkan fotoğrafçılık hobim ile ilgili harika fotoğrafları gözlemleyebilme şansını yakaladığım tüm bu mekanlarda bambaşka bir ruh haline bürünmüş dolaşırken zamanın ne kadar çabuk geçtiğini fark etmemiştim. Hava kararmaya başlamış, hem üşümüş hem de çok acıkmıştık. O sırada yıllar sonra dört kardeş birlikte bu geziye çıkabildiğimiz için çok mutlu olan ama yürüme güçlüğü çektiği için bize eşlik edemeyen annem telefon edip ‘çorba yaptım, hadi artık gelin, sofra da hazır’ dedi. Eve döndüğümüzde annemin yemekleriyle donatılmış sofra hazır bekliyordu. Sıcacık çorba masaya ulaşamadan sofradaki turşu tabağı bitmişti bile. Annemi senelerdir böyle mutlu görmemiştim.
Bir taşla çok kuş vurmakla kalmamış, çok büyük kuşlar yakalamış hissediyordum kendimi bu seferki Bursa ziyaretimin ardından…

Selda Ayşe GÜLEÇ

NASIL YANİ?...

NASIL YANİ?...
Datça Limanından Palamutbükü’ne oradanda, tam güneş batarken Mersincik koyuna ulaşmıştık. Koya girince gün batımını seyredemeyeceğimizi anlayıp hızla bir dönüş yaptık ve güneşi batmadan yakaladık. Tekrar koya girdiğimizde küçük bir kayık belirdi ve kıyıya bağlanmamıza yardım etti. Kayıktaki genç delikanlılardan biri  ‘Akşama gelir misiniz?’ diye sorduğunda bunun bir rezervasyon usulü olduğunu pek anlayamamış olsak da delikanlının telefonunu aldık. Dünya harikası bu güzel koyun serin sularında yüzüp biraz dinlendikten sonra karnımız acıkmıştı. Telefon açtık biz geliyoruz diye, delikanlının babası Bünyamin cevap verdi; ‘Keşke önceden söyleseydiniz bir şey kalmadı, ama gelin ben size ayarlarım ufak tefek ne varsa’ dedi. Adının Ilgaz olduğunu öğrendiğimiz delikanlı ve kayık tekrar geldiğinde akşam yemeği için hazırdık.
Kıyıya yanaştığımızda dünyanın en sıcak karşılaması ve şokunu bir arada yaşadık. Bembeyaz masa örtülerinin serildiği yemek masaları ve masalardan birinde oturmuş Alman karı koca dışındaki her şey  ‘Nasıl yani?’ sorusunu sordurtacak cinstendi. Elektrik yok, su yok! Ocak çalı çırpı ile yakılmış! Tavuk yemek isterseniz, tavuklar kümeste! Et yemek isterseniz, oğlak lar çevrede dolaşıyor! Tercihiniz balıksa, Bünyamin hemen dalıp yakalıyor! Ama hepsi için 2 saat önceden haberleşmek lazım çünkü; yakala, ayıkla, kes, pişir, biraz zaman alıyor! Birgün önceden kalmış meze ya da herhangi başka bir şeyi ikram etmiyor Bünyamin, zaten bulundurmuyor  ya da bulunduramıyor, çünkü buzdolabı yok, zaten malum elektrik de yok! Hergün o güne yetecek kadar taze alışveriş! Bünyamin her sabah en yakın yerleşim merkezinden getiriyor, belinin üstüne kadar çıkan sudan geçerken ıslanmasın diye kollarıyla havaya kaldırarak taşıdığı erzakları! Ama bizim gibi apansız gitmişseniz eğer; Bünyamin tarafından hemen orada yoğurt kabının içinde hazırlayıverdiği haydariyi, semizotu salatasını, ateşe atıp közlediği ve sosunu oğlu Ilgaz’a hazırlattığı patlıcanları, eşinin o an soyup ateş üstünde kızarttığı patatesleri yemek mümkün. Daha önce böyle lezzetlisi yenmemiştir haydari ve semizotu salatasının, Bünyamin’in el melekesi müthiş…


Bütün bu ilginç manzaraların arasında en önemlisi Ilgaz’ın anne dedesi, yani Bünyamin’in kayınpederi tarafından odun ateşiyle işleyen semaverde yapılan çay, daha doğrusu çaya ve dedeye verilen önem! ‘Baştan birkaç sandalye koymuştuk babamın yanına, şimdi çay bahçesi gibi çevreledi orayı’ diyor Bünyamin yandan bir bakış atarak ve hafiften gülerek!




Dede; ‘Ben gelmezdim buralara ama evladım yalnız kalıyor kocası alışverişe gittiğinde’ diye söze başlıyor. Hepsi üniversite okumuş 6 çocuğunu, bilgisayar mühendisi olan oğlunun şimdilik başında kavak yelleri estiğini ama henüz ellememek gerektiğini, torunlarının ergenlik sorunlarının çözümü için anlayış ve sabrın önemini, oraya eşleriyle değil sevgilileriyle gelenlere taş atmayı ihmal etmeden ailenin kutsallığını anlatıyor bizlere… Anlattıkça gözümüzde büyüyor, büyüyor, bilgeleşiyor dede, ama arada ‘Çayını tazeleyeyim mi kızım?’ diye sormayı da ihmal etmiyor. Konuşamıyoruz bile şaşkınlığımızdan. ‘Huzur aramaya geliyorlardır buralara’ diye söze karışmak isteyince ‘Akıl arasınlar, anca akıl bulurlar burada’ diye cevap veriyor. Her yeni başlayan cümle yeni bir bilgelik dedede, arada da ters düşüyor kızı ve damadıyla. Bünyamin başlıyor sonra bilge konuşmalara! Az önce çalı çırpıyla ateş yakan, haydariyi yoğurt kabında karıştırıveren Bünyamin ‘Ebeveyn eğitimi şart’ diye lafa giriyor. Aslında eşi çok endişelenince bazen de kızıp söylenince üzüldüğünü anlatıyor..


Sohbet tavşan kanı çayla koyulaşmışken, Ilgaz, elinde gitarıyla beliriyor ve müziği sohbetimize eşlik ediyor. Ilgaz iyi bir öğrenci, Muğla Anadolu Lisesini kazanmış ve yatılı okuyor. Annesi spor yapmadığı için üzülüyor, seneye yelken kursuna göndermek istiyor ama Ilgaz pek emin değil istediğinden. Her işe koşuyor oralarda, hoşuna idiyor babasına yardım etmek, işe yaramak.  Benzini biten motora benzin doldururken bir pet şişeyi kesip huni yapıveriyor mesela. Şartlara alışmış, ama yine de itiraf etmeden edemiyor kaptanımız Yenal’a; geceleri açıkta uyurken tilki gelecek diye korktuğunu ve köpekle yatabildiğini ancak. Köpek, oğlaklar, tavuklar herkes birbiriyle dost orada. Onlarda aileden olmuşlar, ‘Kesemem ben artık onları, ben görmeden biri keserse bilmem’ diyor Bünyamin, en çok yumurta veren tavuğunun, bir müşterinin ‘ben bunu istiyorum’ dediği için kesilmek zorunda kaldığını üzüntüyle anlatırken.


Bir de hepsinin dilinden düşmeyen ve bizimle tanıştıramadıklarına çok üzüldükleri küçük kardeş var. Adı Deniz, masa örtülerinin beyazlığının müsebbibi halasında kalıyormuş o sırada. Ama o kadar yardım etmiş ki 6 yaşındaki Deniz babası bu koyu adam etmeye ve düzeltmeye çalışırken, lokantalarında kullanılacak kül tablalarını bile sahilin kırmızıya çalan çamurundan baba oğul birlikte yapmışlar. İşte bu yüzden de çok ağlamış,  elleriyle inşa ettikleri tuvaletin duvarı yıkıldığında. Klozet hala ortada! Arzu eden denize karşı kullanabilir mi bilmiyorum ama, görüntülenirse fotoğraf yarışmasında birinci olmaya aday bir manzara!
Aylarca ellerliye çalışmış Bünyamin yaza hazırlayabilmek için oraları. Eşi diyorki; ‘ Ben survivor yarışmasına burada şahitlik ettim’ ve ekliyor; ‘çektiğim fotoğrafları face’te yayınlayacağım’ diye. Bir şok daha; ‘Nasıl yani?’ Medeniyetin hiçbir nimetinden faydalanılmayan bu koyda ‘facebook’ sözü bomba patlamış etkisi yaratıyor! Zaten Bünyamin de kuyu kebabını ‘internette’ araştırıp, oradan öğrenmiş. Leğenle kuyunun dibine suyu koyunca, et suyun buharıyla ağır ağır pişip yiyenlerin ağzında dağılıyormuş!


Tüm bu yaşananlar ve anlatılanlar, ‘Ben ne yapabilirim acaba, nasıl katkıda bulunsam?’ diye sormanıza sebep oluyor kendi kendinize. ‘Nasıl yani?’ sorusu ‘Nasıl yardım etsem?’ şekline dönüşüyor hatta. Biz gittiğimizde orada bulunan, daha sonra otuzbeş yıldır denizde yaşadıklarını öğrendiğimiz Alman çift fırtınadan sığındıkları bu koyda 4-5 gün kalınca teknelerinde bulunan sistemi kullanarak su bile arıtmışlar Bünyamin için! Zaten dost olmuşlar bir süre sonra. Alman çiftin ayrılma saati geldiğinde vedalaşırken bir şok daha. Ortaya çıkan anı defterine bir şeyler karalamalarını rica ediyor çat pat İngilizcesiyle Bünyamin. Eşi Sibel’de fotoğraf makinasıyla ölümsüzleştiriyor bu anı. Akıl edilmiş ne ince bir ayrıntı! Hayatlarını Knidos’ta ve çevresinde, hep turizmin içinde çalışarak, öğrenerek geçirmişler karı koca. Zaten Sibel turizm mezunu. Efsaneye göre burada doğduğu söylenen Afodit’in heykelinin ve birçok başka önemli tarihi eserin çalınmış olma ihtimalini çok inandırıcı bulmuyor mesela, çünkü orada bulunan kireç ocaklarında çevrede buldukları heykelleri yakarak evlerini inşa etmiş ve sıvamışlar yörenin insanları bu zamana kadar.  ‘Kim bilir, kimin evinin sıvası şu anda Afrodit heykeli?’ diyor Sibel. Şaşkın bakışlarımıza aldırmadan anlatıyor oraların hikayesini. Hem Knidos’un, hem de senelerce sahiplenip çalıştıktan, işlettikten sonra ihaleyi kazanamayıp bırakmak zorunda kaldıkları Knidos Restaurant’ın hikayesini. Bünyamin’in gözleri buğulanıyor, dede sessiz. Ilgaz bozuyor sessizliği; ‘Burası babama terapi oldu, depresyonu bitti valla’ diyor. Hepimiz gülüyoruz…


Sabah kahvaltıya bekleriz diye bizi uğurladıkları sırada, aklımız ödediğimiz hesabın garipliğinde. Bodrum-Gümüşlük’teki ismi lazım değil meşhur lokantanın tam yirmiiki de biri! ‘Nasıl yani?’ , ‘Az yedik, içki de içmedik, üç bira, iki ayran, iki su’ diyerek hesap yapmaya çalışırken kendimize güldük. Onca emeğe, taşımaya, pişirmeye, ikram etmeye, bembeyaz kolalı masa örtülerine, cam kadehlere, porselen tabaklara değmez! Kırkdört lira!!! Tekneye götürüp getirmek de cabası…


Aklımız karışık, yüzümüzde tuhaf bir tebessüm teknemize gidip uyumaya çalışıyoruz. Sabah kalktığımızda, yüzerek gidiyor çocuklar kıyıya. Aslında hoşumuza giden teknede etmek kahvaltımızı ama Bünyamin iş yapmalı diyerek kahvaltı davetine de hicabet etmeye karar verip ve çağırıyoruz Ilgaz’ı bizi alsın diye. Geldi aldı büyük mutlulukla. Zaten hazırlanmışlar, gitmemek hiç olmazmış. Dede çayın başında, Alman çift göz yumurtalarını yemekle meşgul. Belli ki onlar da gece vedalaştıkları halde, dayanamayıp kahvaltıya  gelmişler tekrar. Beyaz masa örtüsü,  sabah gün ışığında daha da beyaz. Organik kahvaltı huzurumuzda! ‘Ah o en çok yumurtlayan tavuğu kestiren müşteri, o olmasaydı, şimdi hepiniz sabah yumurtası yerdiniz’ diyor dede. Kızgın biraz; ‘Ben İzmir’e Hanım’ın yanına gittiydim, burada olsaydım kestirmezdim’  diye devam ediyor ama Bünyamin’in tavrı kesin, ‘müşteri isterse altın yumurtlayan tavuk bile kesilebilir’ ona göre.


Oğlaklar kahvaltı boyunca çevremizde. Aralarından biri lider. Karpuz, roka, ne versen yiyorlar. Zaten bir gün öncesinin meze ve yemeklerinin bulunmamasının sebebi de, günün kalan tüm yemeklerini köpek, oğlak ve tavukların tüketmesi. Ne de olsa onlar da aileden!


Biz kahvaltımızı ede duralım, Alman çift bu sefer gerçekten vedalaşarak ayrıldı. Bünyamin tekneler koya girerken de çıkarken de kontrolü bırakmıyor. Biz geldiğimizde de aniden geri dönüp tekrar niye koya girdiğimizi anlayamamış. 'Güneşi batırmak için'  diye açıkladık sorunca. Senelerce, teknelerde çalışmış ve hatta çok uzun yollar yapmış. Bunları anlattığı sırada ‘çapa takıldı’ deyip ayağa kalkmasıyla suya atlaması bir oluyor. Koşulsuz müşteri mutluluğu bu olsa gerek! Yüzerek tekneye ulaştığında önce dalıyor, sonra tırmanarak çapayı çekmek için yukarı çıkıyor, bir kez daha 'şaşkın ve mutlu' Alman çiftle vedalaşıp denize atlıyor. Kıyıya yüzdüğünde ‘deniz balık kaynıyor’ diye başladığı cümlesi; Ege’nin balıkları, hangi balığın mevsimi ne zaman, bizim denizlerde küçükken Cebelitarık Boğazını geçerken hangi balık hangi boya ulaşır gibi ansiklopedik bilgileri yaşanmışlığın içinden anlatmasıyla devam ediyor. Bünyamin öyle bir anlatıyor ki, yola çıkmamız gerektiğini bile unutuyoruz. Ayrılma vakti geldiğinde yine bir şok. Bünyamin hesap almıyor. Misafirimizsiniz diyor. Israr edince; ‘O zaman çocuklarınkini almam, sizi biz davet ettik’ deyip zaten çok hafif olan hesabı iyice hafifletiyor.


Burada belli ki maksat para kazanmak değil! Bünyamin herkesin karşısına alıp, yıprattığı doğayı arkadaş edinmiş, hayata meydan okuyor. Yıllarca emek verdiği lokantanın ihalesini alamamasına, mücadelesine ‘tabir-i caizse’ taş koyanlara ve belki o güne kadar dost bildiklerine …


Zaman zaman hepimiz mücadele gücümüzü yitirebiliriz. Ama önemli olan geçmişi ve yaşanmış olumsuzlukları geride bırakıp önümüze bakmak. Hayata meydan okumak, korkmadan ve yılmadan daha da sıkı tutunmak. ‘İyi günler ilerde’ felsefesiyle yaşamak ve çevremizdekilere de bunu yaşatmak. En önemlisi de bunu yapabilenleri fark etmek, örnek almak ve farkındalıklarımızı hayatımıza geçirebilmek…
                                                                                         
                                                                                                                                                                                                                                   Selda Ayşe GÜLEÇ



AKSEKİ DERGİSİ'NDE YAYINLANAN YAZILARIM

AKSEKİ’DE BİR İLK;  ANADOLU LİSESİ…

Hayatta kalan tek babam, sevgili kayınpederim Vehbi Güleç Akseki Dergisi’nin ilk sayısını bana okumam için uzatırken ‘sen de bir yazı yazar mısın?’ diye sordu. Hiç düşünmeden ‘çok sevinirim’ dememe rağmen, hangi konuda yazabileceğimi pek bilmiyordum açıkçası. Fakat karşılıklı kahvaltı edebildiğimiz nadir günlerden birinde Akseki’den gelen bir telefondan sonra gözlerindeki ışıltının sebebini sorduğumda ‘Akseki’de bir Anadolu Lisesi açılacak, onun haberi geldi, yardımımı istiyorlar’ diye cevap verince, uzun yıllardır eğitimin her dalında görev almış biri olarak bu haberin sevincini kendisiyle paylaşırken, bende de dergiye yazabileceğim konunun Anadolu Lisesi’nin Akseki’ye Kazandıracakları olabileceği fikri doğdu.
Evet, artık Akseki’de bir Anadolu Lisemiz olacak. Öncelikle bu sevindirici haberin sevindirici olma nedenini açıklamak gerekir sanırım. Bunu açıklamak için de Anadolu Lisesi’nde öğrenim görmenin ne olduğunu, Anadolu Lisesi’nden mezun olunca insanın hayatında nasıl bir fark doğacağını bilmenin faydası var.
İnternette Vikipedi’ye girip sözlük anlamına baktığınızda karşınıza şöyle bir tanım gelir; ‘Anadolu Lisesi, Türkiye'de eğitim veren lise türlerinden biridir. Önceleri hazırlık olmasına rağmen bazıları hariç hazırlık sınıfları kaldırılmıştır. Düz liselerden farklı olarak tam gün eğitim verirler. Ayrıca sınıflar 30 kişiden fazla olmaz. Türkiye'de ÖSS başarısı yüksektir. Bunun sebebi zaten başarılı olan öğrencilerin bu liselere yerleşmesidir. Milli Eğitim Bakanlığı, okulların başvurusu üzerine bazı okullarda hazırlık eğitimi verilmesine izin vermiştir. Bu okulların bazıları 4 yıl bazıları 4 yıl+hazırlık sistemiyle öğrenci yetiştirmektedirler.Türkiye'de genelde seçilen lise türüdür. Son yıllarda ÖSS'de ciddi başarılar elde edilmiştir.’  Gerçekten de yukarıdaki  tanım Anadolu Liselerini çok iyi açıklıyor. Ancak ben ‘ Anadolu Lisesi nedir ve böyle bir okuldan mezun olunca nasıl bir farklılığa ulaşmış olursunuz?’  sorusunu bunu bizzat yaşamış ve hayatına geçirmiş bir kişi olarak anlatmak istiyorum. 1985 senesinde Bursa Anadolu Lisesi’nden mezun olduğumda ilk meyvesini aldım aslında Anadolu Lisesi mezunu olmanın; Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanmıştım, artık beni İstanbul’da yeni bir ufuk bekliyordu. Üniversite hayatım boyunca Anadolu Lisesi mezunu olmanın ayrıcalığını hep yaşadım; öncelikle almış olduğum dil eğitiminin bana faydasını, sonra hem sosyal, hem kültürel, hem de kişisel olarak hayata hazırlanışımdaki katkılarını sıralayabilirim Anadolu Liseli olmanın. Başarılı olma önkoşulunu aştıktan sonra, toplumun her kesiminden, Türkiye’nin tüm illerinden gelen öğrencilerini  ayırım gözetmeksizin; toplumsal duyarlılığı ve sorumluluk bilinci olan, alçak gönüllü, özgür düşünen, üretken ve bilgili, ülkesini seven bireyler olarak hayata hazırlamış olmalıydı ki benim okulum, beş senelik yurt ve üniversite hayatımda, daha sonrasındaki mesleki ve özel yaşamımda bu özelliklerin hep fayda ve farklılığını hissederek, yaşayarak kariyerimde ilerledim.
Günümüzde iş başvurularında mezun olunan üniversite kadar, hatta bazı iş alımlarında üniversitenin de önüne geçerek, mezun olunan lise çok önem taşıyor. Vikipedi’nin tanımında da görüldüğü gibi zaten başarılı olan öğrenciler Anadolu liselerine yerleşebiliyor ve bu gençlerimiz kendi düzeylerinde, seçilmiş arkadaşlarıyla, sınav kazanarak göreve gelmiş nitelikli eğitmenlerin eşliğinde, içlerindeki takım ruhunu geliştirerek ve sürekli gelişim felsefesiyle eğitim alıyorlar. Dolayısıyla da böyle bir eğitim kurumunun öğrenci ve mezun kalitesi, Anadolu liselerini en çok tercih edilen ve mensubu olmaktan gurur duyulan, hayata başarılı insanlar yetiştiren kurumlar haline getiriyor.  
Açılacak olan yeni Anadolu Lisemiz de, Türkiye’nin Akseki Anadolu Lisesi Mezunlarını verecek ve adından bol bol söz ettirecek. Akseki’de yaşayan ve başka illerden de gelerek eğitimlerini sürdürecek gençlerimizin önünde bu ufku açmak için çaba sarfeden, kuruluşunda emeği geçen herkesin eline ve yüreğine  sağlık…

Selda Ayşe GÜLEÇ
 




EVİMİZDEN HİÇ EKSİK OLMAYAN AKSEKİLİ MİSAFİRLER
Mevsimine göre evimizden hiç eksik olmayan Aksekili misafirlerimiz vardır. ‘’Oğlum Akseki’den ‘Nar’ getirdik, eve götürmeyi unutma’’ dediğinde kayınvalidem, belli olur ki evimizde birbirinden güzel, renkli, tadına doyum olmayan, eşi benzeri bulunmaz misafirlerimiz olacaktır. Önce dekoratif bir ahşap servis tabağında ağırlanır narlarımız. Eve bir neşe gelir, bir araya gelip sofraya oturmanın bile güçleştiği yaşantımızda hepimizi başına toplayıp güzel masallar anlatır sanki Akseki’den gelen narlar… Çocuklar babalarının narları açıp ayıklamasını büyük bir iştah ve sabırsızlıkla beklerler ve nar taneleri teker teker dökülmeye başladığında babamızın ellerinden, evimize Akseki’den bereket yağar.
Akseki dağlarından özenle toplanmış kekiklerin evimize gelişi de bir şölendir. Mis gibi kokusuyla belli eder kapıdan girişini; bazen taze, bazen sadece kurutulmuş, bazen ufalanmış bir halde kapımızdan endam ederler Akseki’nin kekikleri. Mutfağımızın baharat kavanozlarına özenle yerleşirler, kapattıktan sonra üzerine kumaş geçirilip, kurdela ile de bağlanınca kavanozların kapakları, kokuları ve tazeliği ile narlardan çok daha fazla sürer kekiklerin misafirliği evimizde. Sadece yemeklerimize tat vermekle kalmaz bu uzun soluklu misafirimiz, hastalıklarımızda da imdadımıza yetişir. Bir tutam kaynattığımızda her derde deva olur ve her ne kadar çocuklar tarafından bile bilinse de acı tadı, şifa olsun diye içilir.
Burada ancak bazılarından söz etmeye imkan bulabileceğim misafirlerimizin aslında en çok adından söz ettirmeyi hak eden, en eskisi ve en gediklisi, 20 senedir soframızdan hiç eksik olmayan Akseki tahinidir. Yıllarca arkadaşlarımızın tadının nereden geldiğini anlayamadığı, kreplerinin içine sarıp, yada eğer yatıya kalmışlarsa sabah kahvaltısında,  Akseki’nin enfes petekli balı ve henüz kırılıp sofraya konmuş cevizi eşliğinde yedikleri tahinimiz en dikkat çeken misafirimizdir. Çifte kavrulmuş susamdan üretilen, emsallerinin aksine oldukça koyu renkli ve sofraya gelmeden güçlü kuvvetli birileri tarafından mutlaka karıştırılarak kıvamına ulaşmak isteyen tahinimiz, hazır gelmişken komşularımızın ve arkadaşlarımızın sofralarını da mutlaka ziyarete gider. Zaman zaman ‘kekik mi tahin mi daha güzel?’ tartışmalarına konu olsalar da her ikisinin de gönüllerde kurdukları taht çok özeldir.
Özellikle mevsimler değişirken,  mutlaka Akseki’den gelen bir misafir vardır evimize ve bizim eve ulaşmadan illa ki annemize bir uğrar. Bazen bir avuç karadut hepimizin tadabileceği bir ortam bulunana kadar bekler orada, eğer evimize gelemeyecek durumdaysa,  biz kendilerini görmeye gideriz ve hatta gitmekte gecikirsek, ne yapar ne eder, reçel olarak da olsa yine gelir bizleri ziyarete.
Akseki seyahatlerinin; misafirlerimizin taşınması, yani nakliyesi açısından çok büyük önemi olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Her ne kadar ulaşım ve taşımacılık imkanları ‘gidip alma’ yerine ‘gönderme’ imkanı tanısa da; gidip alanın, düşünüp saklayanın, üşenmeyip taşıyanın ve hatta her ne pahasına olursa olsun bize ulaştıranın elinden daha kıymetli, daha doyumsuzdur Aksekili misafirlerimiz.  
Akseki’de yaşayan akrabalarımız, sevenlerimiz, bazılarıyla birbirimizi tanıma fırsatı bile bulamamış olduğumuz komşularımız, sadece çocuklarımızın sevdiğini bildiği için bize yufka pişirenlerimiz sağ olsunlar, var olsunlar! Kilometrelerce uzaktan dağların kokusunu, narların bereketini, karadutların lezzetini, tahinin buruk tadını, ateşte pişmiş yufkayı soframıza getiren eller kadar, bu ellere ulaştıranlardaki güzel duyguya  ‘ahde vefa’  ya da ne denirse densin, geleneksel yapımızın eşi benzeri dünyada bulunamayacak ve bizi biz yapan en güzel özelliklerinden biri olduğu düşüncesiyle ve bir sonraki sayıda buluşma dileklerimle…


Selda Ayşe GÜLEÇ

BİR AKSEKİ RÜYASI…
William Shakespeare’in  ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ değil, bu bir Akseki Rüyası…
Shakespeare'in erken dönem romantik komedya romanı  ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ nda, Puck (ya da Robin Goodfellow) ismindeki Peri, insanların gözüne konan bir aşk iksiri yapar.  Bu aşk iksiri göze konulunca ilk göz açılmasında görülen ilk şeye aşık olmayı içermektedir. İnsanın Akseki’ye aşık olması için ne böyle bir periye, ne de onun yaptığı böyle bir iksire ihtiyacı var. Akseki’nin kendisi öyle bir büyüye sahip ki; Toros dağlarının eteğine bezenmiş düğmeli evleriyle dantel gibi işlenerek yayılan Akseki’nin güzellikleriyle karşılaştığınızda ‘ilk görüşte aşk’ zaten gerçekleşiyor.
İtiraf ediyorum ben bu aşkı yaşamakta çok geç kalmışım. 18 Mayıs 2010 gece yarısı vardığım Akseki’de uyandığım ilk sabahtan itibaren rüya gibi bir Akseki gezisi yaşama fırsatı elde ettim. Yaşadığım, gördüğüm, yediğim, içtiğim ve seyrettiğim her şeyden, tanıştığım herkesten çok etkilendim. Döndükten sonra da nasıl bir heyecanla anlattıysam, çevremdeki yakın dostlarımın hepsi dört gözle onlar için bir Akseki gezisi düzenlememi bekliyorlar. Sadece doğal güzelliklerini görmek değil, hepsinin hayalinde keçi sütünden yapılmış yoğurt yemek, şelalelerin kenarında insana kendini cennette hissettiren su sesleri eşliğinde kiremitte pişen tatlı su balıklarının lezzetine varmak, dağlardan kekik toplamak ve gözlerinden ışık saçılan Aksekililerle tanışmak var.
Akseki rüyam, 19 Mayıs sabahı erken saatlerde tören alanından gelen seslerle birlikte, koşa koşa (evimize zaten çok yakın olan) Akseki Stadyumu’na giderek başladı. Özenle hazırlanmış bu töreni nefeslerimizi tutarak izledik. Atatürk sevgisiyle dolu bir avuç Türk genci kendilerine hediye edilen bayramı öyle bir coşkuyla kutladılar ve bu coşkuyu bize de öyle güzel yaşattılar ki, törenden ayrılırken içimiz sadece neşe değil, aynı zamanda umut doluydu. Töreni hazırlayan  öğretmenler ve öğrencilerle fotoğraf çektirmek için bir araya toplandığımızda, Akseki Anadolu Lisesi’nin dünya güzeli kız öğrencilerinden bir tanesi yanıma yaklaşıp ‘Ben sizi tanıyorum, dergide fotoğrafınızı görmüştüm, yazılarınızı hep okuyoruz’ dediğinde hissettiğim mutluluğu kelimelerle tarif etmek sanırım imkansız.
Anadolu Lisesi’nin son halini görmek için okulu ziyarete gittiğimizde, yanımızda Sayın Belediye Başkanı ve Eşi, İlçe Milli Eğitim Müdürü ve Şube Müdürü, Nüfus Müdürü, Akseki Eğitim Hayratı Yapanlar ve Yaşatanlar Derneği Akseki Şubesi Başkanı ve Akseki’ye gönül veren pek çok kişi vardı. Orada konuşulan her şey Akseki ve Aksekililer içindi. Akseki’yi daha çağdaş bir ilçe haline getirmeye yönelik pek çok yeni projenin belki de o gün, orada temelleri atıldı.
Biz Akseki’ye daha henüz ulaşmadan pişirilip buzdolabımıza konmuş meşhur ‘kuzugöbeği’ o günkü öğlen yemeğimizdi. İstanbul’a bizi ziyarete gelemeyen ve bir türlü daha önce tatma fırsatı bulamadığım tek tek dağlardan toplanmış enfes kuzugöbeğine sofrada keçi yoğurdu arkadaşlık etti. Sonradan öğrendiğime göre meşhur, leziz ve çok sağlıklı bu yoğurdun lezzeti keçilerin Akseki dağlarındaki bitkilerin en güzel uç noktalarını yemesinden kaynaklanıyormuş.
O gün öğleden sonra ve ertesi gün, resmi tatil olmasından da yararlanarak Akseki Nüfus İdaresi Müdiresi Sevgili Selma Abla bize rehberlik etti. Anlattığı Akseki hikayeleri ve verdiği bir sürü ayrıntılı bilgiyle gezimiz gerçekten çok renkli bir hale geldi. Kendisi aynı zamanda buzdolabındaki keçi yoğurdu ve kuzugöbeği sürprizinin de sahibiydi! Sürprizlerini kendisinin görev başında olduğu 21 Mayıs gününün gecesi nehir kenarında balık yemeye gittiğimizde, sabah erkenden kalkıp pişirdiği ve oraya yanında getirdiği meşhur Akseki tatlısıyla da sonlandırdı. Yalnız kaldığımız son günümüzde, popüler deyimiyle organik, bizim deyimimizle doğal tereyağ, bal ve tulum peynirleriyle donatılmış kahvaltımızı, hatırlayabildiğim kadarıyla 1580 metre civarında uzunluğu ve içindeki kayaların enteresanlığı ile ilgimizi çeken mağara gezisi takip etti.
Akseki’ye geldiğim 18 Mayıs gecesi ile döndüğüm 22 Mayıs sabahı arasında beni en çok etkileyen olaylardan biri ise ‘Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’ nedeniyle sahneye konan tiyatro eseriydi. Belki de bu yazının başlığının bir tiyatro eserinden esinlenilerek konmasının sebebi; genç ve idealist, bir grup Aksekili tiyatro sevdalısının, kendi deyimleriyle amatör, bence çok profesyonel bir biçimde sergiledikleri, Aziz Nesin’in ölümsüz eseri ‘Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz!’ oyunundaki performanslarının heyecanıdır diye düşünüyorum.
Yazıma başlarken söz ettiğim Shakespeare’nin ünlü romanı ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ oyun olarak sahnelenirken, oyunun sonunda "Yaramaz" peri Puck aşağıdaki sözlerle başladığı repliğiyle oyunun kapanışını yapar:
Biz gölgeler, kusur işlediysek eğer,
Şöyle düşünün ve bizi hoşgörün:
Bu hayaller görünürken sahnemizde,
Siz de biraz kestirdiniz yerinizde.
Benim için de Akseki ziyaretim, hayallerin değil, gerçeğin ta kendisinin, uzun soluklu bir uykuda değil, kısacık bir uyku kestirmesinde bana tattırdığı, içinden huzur ve mutlulukla uyanılan dünyanın en güzel rüyalarından biri gibiydi.
Sevgili Anneciğim ve Babacığım; kilometrelerce yol kat ederek Bodrum’dan Antalya’ya geldiğiniz, beni karşılayıp kısacık bir sürede de olsa doğduğunuz bu güzel toprakları gezdirip, tanıttığınız ve çok keyifli üç gün içerisinde bana bu Akseki Rüyası’nı yaşattığınız için teşekkür ederim. 


Selda Ayşe GÜLEÇ


AKSEKİLİLER İÇİN SOSYAL SORUMLULUK HAYATIN KENDİSİDİR!
Annemin ocağı yakarken tek bir kibrit çöpünü defalarca kullanabildiğine şahit oldum çocukluğumda. Çocuk aklımla ‘neden?’ derdim, ‘ ne çıkar ki bir tane fazla kibrit çöpü harcamaktan?’.  Annem hiç taviz vermezdi; ‘ herkes senin gibi düşünürse memlekette orman kalmaz’ der ve yakılan fazla kibrite, çöpe atılan kağıda ya da henüz bitmediği halde bir kenara bırakılan deftere karşı çıkardı. Kapımıza gelen bir fakire verecek hiç bir şeyi yoksa evdeki toptan olarak alınmış sabunlardan verir, ‘temizlik çok mühim;  yıkarlar, yıkanırlar’ diye şaşkın bakışlarımıza biz daha sormadan cevap verirdi. Komşunun oğlu askere giderken yanına bir çift havlu konmadan yolcu edilmezdi. Evde pişenden illaki komşumuz da tadardı.
Tüm bunları eminim çocuklarında sosyal sorumluluğu geliştirmek için yapmazdı, o da annesinden böyle görmüştü ve zaten dinimizde de en mühim şeyin paylaşmak, yardımlaşmak olduğu gerçeği ile büyütülmüş ve çocuklarını aynı şekilde büyütmek için elinden geleni her zaman yapmıştı.
Baba ocağından ayrılıp, kendi yuvamı kurduğumda; ailemde gördüğüm, yaşadığım tüm bu geleneksel rituellerin çok daha fazlasını yeni ailemde ve onların Aksekili hemşehrilerinde gördüm. Tutumlu olmak, paylaşmak, yardımlaşmak, huzuru ve düzeni bozmamak ve daha nice erdemler…
 Aksekili olmak; zaten birbirini, eşini, dostunu kollamak, aramak sormak, olmayana yardım etmek, olanla paylaşmak, ihtiyacı olanın elinden tutmak,  doğduğun topraklara ve bu toprakların insanlarına her zaman sahip çıkmak demekti. Beni, her tanıdığım yeni Aksekili en çok bu özelliği ile etkiledi. Bir Aksekiliyi büyük şehir, yeni kazanımlar ve yeni hayat görüşleri hiç etkilemiyordu. En ayırt edici özellikleri Aksekililikleriydi ve birbirlerine olan bağlılıkları, bağlılıktan öte sorumluluklarıydı. Yani diğer bir deyişle sosyal sorumlulukları…
Günümüzde eğitim-öğretimde en çok önemsenen şeylerden biri sosyal sorumluluk. Eskiden Türkiye’nin neresine giderseniz gidin karşılaşacağınız bu güzel özellikleri evimizde, mahallemizde doğal yollarla almak, oluşturmak mümkündü. Şimdi artık bu terbiye okullara taşınmış durumda. Öğrencilere; çevre bilinci oluşturmak, birbirlerine, komşularına, engellilere, öksüze, yetime ve yoksullara yardım etmek gibi güzel alışkanlıklar sosyal sorumluluk projeleri yoluyla kazandırılmaya çalışılıyor. Amaç; gençlere bu alışkanlıkları verip, hayatlarında uygulamalarını sağlayabilmek. Bugünün aile yaşantısında mecburen eksik kalmış, büyük şehir ve yoğun iş hayatı nedeniyle göz ardı edilmiş komşuluk gibi, yardımlaşma ve paylaşım gibi insanlığın temel gerekleri bu şekilde tamamlanmaya çalışılıyor.
Oysaki Akseki’ de yaşayanlar ve Akseki dışında yaşayan tüm Aksekililer için durum farklı. Sosyal sorumluluk bilinçleri, özellikle de birbirlerine karşı olan sorumluluk bilinçleri hiçbir zaman eksilmeyen özel bir topluluk Aksekililer. Aile içinde o kadar güzel yoğruluyor ki Aksekili çocuklar ve gençler, bunu hayatları boyunca en önemli özellikleri olarak taşıyor ve örnek oluyorlar.
 Bu özelliklerini nesilden nesile aktarmayı başarabilen, hızla gelişen topluma hem ayak uydurup, hem de özlerinden, gelenek ve göreneklerinden hiç kopmayan, içlerindeki güzellikleri doyasıya yaşayan ve yaşatan tüm Aksekililere selam olsun…


Selda Ayşe GÜLEÇ
   
2010 BİTERKEN…
2010  bitti. Koca bir yıl daha geride kaldı. Her geçen yıl insanda değişik izler bırakıyor. Bu yılın izleri neler acaba? Bu yılla birlikte geride kalmayan;  içimizde, bizimle beraber, ömrümüzün sonuna kadar taşıyacağımız acı tatlı neler biriktirdik 2010’da? Ya da bunların en değerlileri hangileri?
Çok sevdiğim bir arkadaşım var; adı Aslı. Seneler önce Bodrum’da çocuklarımızı, yelken kullanmak için ilk adım olan küçük yelkenli, yani optimist kursuna götürürdük birlikte. Dünyanın en huzurlu, en bakir küçücük koyunda, kumların üzerindeki kırık dökük ama gayet konforlu hasır sandalyelerde saatlerce oturur, sadece denize girer çıkar ve bol bol sohbet ederdik. İşte bu sohbetlerimiz sırasında, güzel arkadaşım Aslı harika bir alışkanlık kazanmama sebep oldu. Kendisi her sene yaparmış, artık ben de yapıyorum. Merak mı ettiniz? Hadise şu; o yıl içerisinde kendinizi en huzurlu, en dingin, en mutlu ve en rahat hissettiğiniz bir yerdeyken, bulunduğunuz manzaranın fotoğrafını çekiyorsunuz. Ama fotoğraf makinası kullanarak değil, gözlerinizle çekiyorsunuz fotoğrafı! Ve bu fotoğraf sadece sizin beyninize kaydoluyor. Sonra, önünüzdeki günlerde karşınıza çıkan tüm aksiliklerde, haksızlığa uğradığınızda, biri sizi çok üzdüğünde, kızdığınızda, kısacası başınıza gelen tüm negatif olaylar sırasında, hemen bu fotoğrafı çıkarıp bakmaya başlıyorsunuz. Gerçekten işe yarıyor! Ben denedim, üstelik insanın çok hoşuna gidiyor. Adeta bir oyun gibi… Tabii fotoğrafını çektiğiniz yer gerçekten size huzur ve mutluluk vermiş olmalı. Eğer seçiminizi doğru yaparsanız, çok kötü hissettiğiniz bir anda dahi o manzara yüzünüzde öyle sıcak bir gülümseme oluşturuyor ki, sizde oluşan pozitif enerji adeta çevrenize de yansıyor.
Peki, bu sene ben hangi fotoğrafa bakarak en olumsuz bir anda dahi her şeyi olumlu hale getiriyorum biliyor musunuz? Akseki ziyaretim sırasında, bir şelalenin başındaki beyaz plastik bir sandalyede oturup karşımda duran inanılma manzarayı seyrederken çektiğim bir fotoğraf bu. Onlarca yeşil rengin arasından coşkuyla çağlayan, sonra süzüle süzüle durulan, durduğu düzlükte hareket eden bir göl oluşturan, gölde biraz dinlendikten sonra özgürce akmaya devam edip, yoluna koyulan suların fotoğrafı. Sanki bir insanın hayatı gibi; kimi zaman coşkulu, kimi zaman yorgun, iniş ve çıkışlarla dolu, ama nerede ve nasıl olursa olsun yoluna devam eden… İşte 2010’dan bana kalan; hem somut, hem soyut en güzel imge bu.
Benim için 2010; hayatımın en yorucu, yorucu olduğu kadar da verimli senelerinden biriydi aslında. Avrupa Birliği Proje Koordinatörü olarak görev yaptığım Beşiktaş İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nde 2010 yılı içinde pek çok yerel proje gerçekleştirildi. Bunların arasında iki tanesi benim için çok önemli. Doğduğu andan, sürdürüldüğü her aşamaya ve bitene kadar içinde bulunduğum, bazen gündüzlerim dışında gecelerimi de kapsayan, hatta yaptıkları katkılarla ailemi, dostlarımı ve tüm tanıdıklarımı içine alan projeler bunlar. İçlerinden ‘Gözbebeklerimiz’ adını verdiğimiz proje benim de gözbebeğim doğrusu. Beşiktaş’ta öğrenimini sürdüren, ebeveynlerinden herhangi birini kaybetmiş, öksüz-yetim öğrencilerimize yönelik, resim, müzik, yaratıcı drama ve yaratıcı okuma atölyelerinde 22 gönüllü öğretmen arkadaşımla birlikte çalıştığım bu proje sırasında inanılmaz duygular yaşadım. Projeyi yazma görevi bana verildiğinde, bu hassas ve hassas olduğu kadar da önemli konuda neler yapılabilir diye düşünürken sevgili ablam Serap’la yaptığım bir telefon görüşmesi bana ilham verdi. Bursa’da Ticaret Odası tarafından gerçekleştirilen kız yetiştirme yurdu öğrencilerine koro çalışmasından o kadar büyük bir heyecanla söz etti ki ablam, ben de bundan yola çıkarak müzik atölyesi kurma ve birlikte çalışacak gönüllü müzik öğretmenleri bulma fikriyle yaşamaya başladım. O kadar yoğunlaşmıştım ki, görev yaptığım dairenin kapısında, açmayı planladığı gitar kursuna onay almak için gelen sevgili Hatice Hoca ile karşılaştığımda hemen kendisine aklımdaki projeden bahsettim. Daha sonraki günlerde projeyle ilgili öyle tesadüfi gibi görünen ama insana ‘aslında hiçbir şey tesadüf değildir’ dedirten olaylar oldu ki, adeta evren, bu proje en iyi şekilde gerçekleşsin diye çalıştı. Öğrenciler için müzik aletlerine sponsor olacak yada indirimli fiyatlarda enstrüman alabileceğimiz yerler araştırmak için yola çıktığımızda kapısını ilk araladığımız dükkanda üniversite yıllarından bir arkadaşımla karşılaştım. Sahibi olduğu müzik firması tarafından tüm öğrencilerimizin istekleri doğrultusunda ihtiyaç duyulan müzik aletleri temin edildi. Resim atölyesi için, özel okullarımızdan bazıları öğrencilerine kampanya yaptırarak kullanılacak araç-gereçleri topladı. Çaldığımız hiçbir kapıdan boş dönmedik ve ortaya muhteşem bir proje ve sonunda da nefis bir gösteri çıktı.
‘Özel Çocuklar Sanatla Buluşuyor’ ismiyle sürdürülen proje ise 2010 yılının önemli izlerinden bir diğeri. İstanbul Modern Sanat Müzesi ile ortaklaşa çalıştığımız bu projede Beşiktaş’taki Anadolu Lisesi öğrencileri ile İstanbul’un farklı bölgelerinden özel eğitim kurumlarında eğitimlerini sürdüren zeka engelli çocuklar bir araya gelerek sanat çalışmaları yaptılar. Modern Sanat Müzesi ile tanışmamız Robert Kolej’de yapılan Bilgi-Kültür yarışmaları finali sırasında okul müdürünün başarılı öğrencilere bu müzeye ücretsiz giriş kartı hediye etmesiyle gerçekleşti. Bu ödüllendirmeyi gelenekselleştirmek için müze yetkililerinin iletişim bilgilerini alıp kendilerini arayınca, projelerinden bahsettiler ve birlikte çok güzel çalışmalar yaptık. Bu çalışmaların en etkileyicisi ise özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklarla gerçekleştirdiğimiz sanat buluşmalarıydı. İlk çalışmaya ben de bizzat katıldım. Çalışmalar başlamadan önce davranış biçimlerimizin nasıl olması gerektiği ile ilgili bizlere bir eğitim verildi. Ben 9 yaşındaki Mehmet ile birlikte çalıştım. Kendi adıma o gün o kadar önemli farkındalıklar kazandım ki, liseli gençler için katma değerinin çok daha fazla olduğunu düşünüyorum.
Bu çalışmalar sonrasında Mehmet’e bir öykü yazdım. Yaşadığımız tüm yılları geride bırakırken, arkamızda izler bırakmak ne kadar önemliyse kendimiz için de bazı izleri sonraki yıllara taşımak çok önemli. Abraham Lincoln’un dediği gibi;
 ‘At the end, it’s not the years in your life that count. It’s the life in your years.
‘ Ne kadar yıl yaşadığınız değil, yılları nasıl yaşadığınız önemli.’
2010 yılının bu son dergisinde Mehmet’e yazdığım öyküyü sizlerle paylaşırken, 2011 yılının herkese güzellikler getirmesini ve her şeyin yeni yılda gönlünüzce olmasını dilerim.

MEHMET’E ÖYKÜ
İlk Buluşma:
Ne çok merak ediyorum seni. Anlattılar aslında nasıl davranmak  gerektiğini, az çok neyle karşılaşacağımızı. Ama yine de kimle eşleşirim, yapabilir miyim duygusu, içimde büyüdü,  kocaman oldu seninle karşılaşana kadar. Hiç tanımamış baktın yüzüme. Haklıydın, belki ben de öyle baktım sana. Haklıydın, haklıydık ikimizde, zaten tanımıyorduk birbirimizi. Sonra tanıştırdılar ikimizi, yakalarımıza isimlerimizi yazdık, yapıştırdık güzelce ve el ele tutuştuk. Artık sen benim eşimdin, ben de senin. Elimi tuttuktan sonra öyle bir baktın ki yüzüme, tanışıklığımız doğumdandı sanki. Gözlerin öyle güven doluydu ki, bu güveni beş dakika içinde kazanmış olamazdın. Elimi bir daha bırakmadın tam bir buçuk saatliğine. Bu kadar kolay olacağını bilseydim endişelenir miydim bütün gece, ya beceremezsem diye! Hiç tanımadığım, nasıl tepki vereceğini bilmediğim, öğrenme güçlüğü çeken bir küçükle, ki o da belli değil belki de küçük bir çocuk gibi davranan benden büyük biriyle eşleşecektim, bir müzede, birlikte resimler yapalım diye…
Düşüncelerim beni korkutadursun; ilk buluşmamızda sen çıktın karşıma kocaman siyah gözlerinle on beş kişilik grup içerisinden. Sanırım günün şanslısı bendim; sen grubun dokuz yaşındaki en minik ve en güzel çocuğu, önce yabancı, ama minicik elini tuttuktan sonra bildik bileli tanırmışız gibi birbirimizi, içime işledin. Topu topu bir buçuk saatti ilk günkü beraberliğimiz, sen ki kendini bir ömürlük teslim ettin bana. Başka kimse yoktu, bir sen, bir ben. Arada merak ettim, acaba etraftakileri görüyor musun diye! Evet görüyordun ama sadece beni ve birlikte boyadığımız, kestiğimiz, yapıştırdığımız kartonları. Bir de bir küçük söz söyleseydin, duyabilseydim sesini. Bakışlarınla anlattın her şeyi; beğendin, beğenmedin, sadece baktın. Ben, gülerken duyabildim az da olsa sesini. Evet güldük, çizdiklerimize, boyadıklarımıza ve sonunda ortaya çıkan kuş evimize. İkimizin kuş evi. Ne de güzeldi. Ama zaman çabucak geçti. Vedalaşmak zordu da, neyse ki haftaya bir şehir yaratmak için tekrar buluşacaktık. Öptüm, kokladım seni, ellerimizi zor ayırdılar el sallayalım birbirimize diye…
İkinci Buluşma:
Bu sefer endişelenme yok, özlem var. Endişelenmek şöyle dursun, koşa koşa geliyorum sana. Bütün bir hafta arkadaşlarıma senden söz edip durdum hep. Adı Mehmet, bembeyaz teni, elle çizilmiş gibi güzel yüzü ve gülünce tüm yüzüne yayılan tebessümüyle sanki bir melek, benim meleğim dedim.  Evet benim meleğim, sen de beni özledin mi, meraklandın mı ya buluşamazsak diye acaba?
Yol bitmek bilmiyor. Sabah trafiği, ama her sabahtan farklı. Yine o boğaz kenarındaki büyük otelde önemli birileri kalıyor galiba. Her taraf polisler ve korumalarla dolu. Yol buyunca sıralanmışlar; trafik daha çok mu sıkışmış bilmem. Daha şimdiden on dakika geciktim. Oteli geçince bitti neyse… Çok az kaldı. Merdiven basamakları ne de çokmuş müzenin, çık çık bitmiyor. Geldim, şu kapıyı açınca karşımdasın. Hayır olamaz! Yanında başkası var. Neden? Ben gelinceye kadar mı senin yanına oturttular? Biraz bekleyemezler miydi? Hemen eşlerimizi değişmeliyiz. Bak Mehmet ben geldim. Mehmet, Mehmet… Hatırlamadın mı? Benim, hadi versene elini! Niye çatıyorsun kaşlarını kafanı başka yöne çevirirken? Niye huzursuzlaştın? Kızma! Kızma! Gidiyorum, anladım.
Yeni birinin eli var artık tutuşacak, senin için de, galiba benim içinde… Sanki doğdun doğalı onunlasın ve bir buçuk saatliğine çıktığın yeni serüvenin kahramanı, buradan çıkar çıkmaz unutulmak üzere karşında oturuyor. Geçen hafta o güvenli bakışların bana nasılsa, bu hafta bir başkasına aynı… Benden kaçıp sığınmaya çalışıyorsun bu hafta benim yerimde olana… Emanet edilmişsin, teslim olmuşsun. Meğer biz yokmuşuz. O gün orada kalmışız. Bir de kuş evimiz kalmış, hala duvarda asılı… Hiç değeri yok artık senin için, aynı benim gibi…
 Beni kime teslim edecekler şimdi?


Selda Ayşe GÜLEÇ




"KIZILDERİLİ'DEN TEK KELİMELİK HAYAT DERSİ"


Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri hayat, aşk ve evlilik üzerine konuşurken şunları söylüyor:
"İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş var.
Kurtlardan biri; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibiri, kendine acımayı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor. Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçak gönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor."
Gençlerden biri "hangi kurt kazanacak?" diye soruyor ve yaşlı adam kısaca cevap veriyor: 
"Beslediğiniz"

Elektronik postama "Kızılderili’den tek kelimelik hayat dersi" başlığıyla gelen yukarıdaki yazı gerçekten çok anlamlı. Yardımseverliği, merhameti, paylaşmayı, cömertliği, sevgiyi, umudu beslemek dünyanın en kolay işlerinden biri aslında. Bir çocuk sevindirmek bile yetiyor çünkü bu güzel duyguları beslemek için.

İki kızım ve ben, kısa bir süre önce öyle özel bir tecrübe yaşama şansı bulduk ki, içimiz yeni umutlarla, şükranla, güzel duygularla ve huzurla doldu. Bu özel tecrübe; daha önce İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde birlikte sanat çalışmaları yaparken tanıştığımız bir özel eğitim kurumundan kırk tane zihinsel engelli öğrenciyle bambaşka bir çalışma için İstanbul Atlıspor Kulübünde buluşarak geçirdiğimiz birkaç saatti.

Kızlarım Elif ve Aslı uzun yıllardır binicilik sporuyla uğraşıyorlar. Her ikisi de lisanslı sporcusu oldukları İstanbul Atlı Spor Kulübü’nde; büyük kızım Elif’in organize ettiği bir sosyal sorumluluk projesi çerçevesinde, zihinsel engelli öğrencilerin küçük atlarla zaman geçirmesine ve hatta biraz alıştıktan sonra içlerinden bazılarının binebilmesine yardımcı oldular. Binmek şöyle dursun, onların bu küçük atlara yaklaşmasını ya da değmesini sağlamak bile ilk anlarda çok zordu.  Pek çok insanın bakmaktan bile çekindiği bu küçük, şirin çocuklar, isimlerini öğrenip onlara seslendiğinizde ve ellerini tutup, yakınlık gösterdiğinizde öyle bir güven duygusuyla yaklaşıyorlardı ki insana, o an hissedilen duyguları tanımlamak imkansız.

Elif şöyle anlatıyor duygularını; ‘İlk başta çekindim onlara yanaşmaktan, çünkü gariptiler. Sonradan anladım ki aslında bendim garip olan. Hiçbir hayat tecrübesine sahip olmayan, belki de hiçbir zaman bazı tecrübelere sahip olamayacak kişilerdi onlar. Kafaları karışık, gözlerinde masum bir ifadeyle bakıyorlardı yüzüme. Bense onlara daha önce hiç yapmadıkları bir şey yaptırmaya çalışan bir yabancıydım. Buna rağmen onlarla konuşmaya başlayıp ellerinden tuttuğum anda sanki yıllardır benimle berabermiş gibi güvenmeye başladılar bana. Hele ata değmeyi başarınca yüzlerindeki değişen ifade ve huzur dünyanın en güzel hediyesi oldu benim için. Bu tip gönüllü projeler; başkalarına yardım etmenin huzurunu yaşatabilmek, her şeye sahip olamayanların farkına vardırtabilmek ve onların sorunlarına çözüm bulabilmek, çevresinin farkında ve hayatın gerçeklerinden haberdar insanların yetişmesini sağlamak için çok önemli .’

Kızlarımın, bu tatlı çocuklara yardım ederek küçük atlarla geçirdikleri süreci, çocuk parkında birlikte oynamalarını, önceden hazırlanan sandviçleri oynarken karnı acıkan yeni arkadaşlarına dağıtmalarını, en sonunda birlikte pasta kesip üflemelerini ve yanlarında getirdikleri hediyeleri onlara birer birer verişlerini izledim.  Tüm bunları fotoğraf çektiğim objektifin arkasından izlerken sanırım benim hissettiğim çok ama çok büyük iki duygu vardı; şükür ve mutluluk!

Yazımın girişindeki Kızılderili alıntısında bahsedilen içimizdeki güzel duyguların temsilcisi kurdu besleyebilme şansı bulmuştuk biz. Eğer beslediğimiz kurt üstünlük taslamayı ve bencilliği temsil ediyor olsaydı, değil böyle bir tecrübe yaşamak, sanırım uzaktan bile bakamazdık olup bitene!

Herkesin güzel duygularını besleme şansını yakalayabilmesi umuduyla…

Selda Ayşe GÜLEÇ

                                              


GÖRMEDİĞİMİZ TÜRKİYE

Görmediğimiz Türkiye –Fotoğraf Sergisi


Görülmemiş ne çok yer, yaşanmamış ne çok olay var. Tüm bu yaşanmamışlık ve görülmemişliklerin insanın önüne serilmesi ne güzel bir duygu! 3 numaralı antrepodan içeri girerken amacım “Görmediğimiz Türkiye“ sergisindeki fotoğrafları incelemek ve fotoğrafçık alanında kendime katkı sağlamaktı. Ama daha ilk adımımda görmediğim, yaşamadığım bir Türkiye’nin büyüsüne kapıldım. Sergideki 100 fotoğrafın yüzünü de nefesimi tutarak seyrettim. Sergi beni aldı bambaşka dünyalara götürdü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları ve bundan önceki dönemler, fotoğrafçıların eserlerine ilişkin notları ve anılarıyla bambaşka bir boyut kazanmıştı sanki. Serginin sonunda fotoğraflardan ilham almanın yanında, fotoğrafçılığın nasıl amaçlara hizmet edebildiği hakkında da büyük bir bilgiye sahip olduğumu fark ettim.
National Geographic Türkiye dergisi 10. yaşını “Görmediğimiz Türkiye“ fotoğraf sergisiyle Karaköy – Tophane Antrepo No:3 ‘de, 11.05.2011~11.06.2011 tarihleri arasında kutladı.
“Görmediğimiz Türkiye” sergisi, bugüne dek gün ışığına çıkmamış fotoğraflardan oluşuyordu. Bu fotoğraflar Türkiye’nin çeşitli yerlerine seyahatlar gerçekleştiren National Geographic fotoğrafçılarının bakışlarıyla dönemin yansıması olarak nitelendirilebilir.

Serginin kaynağı olan 123 yıllık National Geographic Fotoğraf Arşivi, 8 milyonu kart baskı toplam 11.5 milyon fotoğraftan oluşuyormuş. Anladığıma göre, arşivin büyük bölümü National Geographic fotoğrafçılarının dergide yer almayan fotoğrafları. Sadece bir konu için yıllarını harcayan tecrübeli fotoğrafçıların çektiği binlerce kare içerisinden çok kısıtlı sayıda fotoğraf dergide yer bulabildiği için geriye kalan binlerce kare National Geographic’in fotoğraf arşivinde çok özel koşullarda saklanıyormuş. Yani bu da demek oluyor ki; bu dergi dünya tarihine büyük bir hizmette bulunuyor.

Sergiden ayılırken, Türkiye tarihinden 100 çarpıcı karenin derginin Mayıs sayısıyla birlikte bir fotoğraf albümü olarak tüm okuyuculara hediye edildiğini fark ettim ve hemen bir tane edindim. Kucağımda dergim, yüzümde kocaman bir gülümseme bugünkü İstanbul’a doğru yürümeye başladım…

Selda Ayşe GÜLEÇ