18 Ekim 2011 Salı

NASIL YANİ?...

NASIL YANİ?...
Datça Limanından Palamutbükü’ne oradanda, tam güneş batarken Mersincik koyuna ulaşmıştık. Koya girince gün batımını seyredemeyeceğimizi anlayıp hızla bir dönüş yaptık ve güneşi batmadan yakaladık. Tekrar koya girdiğimizde küçük bir kayık belirdi ve kıyıya bağlanmamıza yardım etti. Kayıktaki genç delikanlılardan biri  ‘Akşama gelir misiniz?’ diye sorduğunda bunun bir rezervasyon usulü olduğunu pek anlayamamış olsak da delikanlının telefonunu aldık. Dünya harikası bu güzel koyun serin sularında yüzüp biraz dinlendikten sonra karnımız acıkmıştı. Telefon açtık biz geliyoruz diye, delikanlının babası Bünyamin cevap verdi; ‘Keşke önceden söyleseydiniz bir şey kalmadı, ama gelin ben size ayarlarım ufak tefek ne varsa’ dedi. Adının Ilgaz olduğunu öğrendiğimiz delikanlı ve kayık tekrar geldiğinde akşam yemeği için hazırdık.
Kıyıya yanaştığımızda dünyanın en sıcak karşılaması ve şokunu bir arada yaşadık. Bembeyaz masa örtülerinin serildiği yemek masaları ve masalardan birinde oturmuş Alman karı koca dışındaki her şey  ‘Nasıl yani?’ sorusunu sordurtacak cinstendi. Elektrik yok, su yok! Ocak çalı çırpı ile yakılmış! Tavuk yemek isterseniz, tavuklar kümeste! Et yemek isterseniz, oğlak lar çevrede dolaşıyor! Tercihiniz balıksa, Bünyamin hemen dalıp yakalıyor! Ama hepsi için 2 saat önceden haberleşmek lazım çünkü; yakala, ayıkla, kes, pişir, biraz zaman alıyor! Birgün önceden kalmış meze ya da herhangi başka bir şeyi ikram etmiyor Bünyamin, zaten bulundurmuyor  ya da bulunduramıyor, çünkü buzdolabı yok, zaten malum elektrik de yok! Hergün o güne yetecek kadar taze alışveriş! Bünyamin her sabah en yakın yerleşim merkezinden getiriyor, belinin üstüne kadar çıkan sudan geçerken ıslanmasın diye kollarıyla havaya kaldırarak taşıdığı erzakları! Ama bizim gibi apansız gitmişseniz eğer; Bünyamin tarafından hemen orada yoğurt kabının içinde hazırlayıverdiği haydariyi, semizotu salatasını, ateşe atıp közlediği ve sosunu oğlu Ilgaz’a hazırlattığı patlıcanları, eşinin o an soyup ateş üstünde kızarttığı patatesleri yemek mümkün. Daha önce böyle lezzetlisi yenmemiştir haydari ve semizotu salatasının, Bünyamin’in el melekesi müthiş…


Bütün bu ilginç manzaraların arasında en önemlisi Ilgaz’ın anne dedesi, yani Bünyamin’in kayınpederi tarafından odun ateşiyle işleyen semaverde yapılan çay, daha doğrusu çaya ve dedeye verilen önem! ‘Baştan birkaç sandalye koymuştuk babamın yanına, şimdi çay bahçesi gibi çevreledi orayı’ diyor Bünyamin yandan bir bakış atarak ve hafiften gülerek!




Dede; ‘Ben gelmezdim buralara ama evladım yalnız kalıyor kocası alışverişe gittiğinde’ diye söze başlıyor. Hepsi üniversite okumuş 6 çocuğunu, bilgisayar mühendisi olan oğlunun şimdilik başında kavak yelleri estiğini ama henüz ellememek gerektiğini, torunlarının ergenlik sorunlarının çözümü için anlayış ve sabrın önemini, oraya eşleriyle değil sevgilileriyle gelenlere taş atmayı ihmal etmeden ailenin kutsallığını anlatıyor bizlere… Anlattıkça gözümüzde büyüyor, büyüyor, bilgeleşiyor dede, ama arada ‘Çayını tazeleyeyim mi kızım?’ diye sormayı da ihmal etmiyor. Konuşamıyoruz bile şaşkınlığımızdan. ‘Huzur aramaya geliyorlardır buralara’ diye söze karışmak isteyince ‘Akıl arasınlar, anca akıl bulurlar burada’ diye cevap veriyor. Her yeni başlayan cümle yeni bir bilgelik dedede, arada da ters düşüyor kızı ve damadıyla. Bünyamin başlıyor sonra bilge konuşmalara! Az önce çalı çırpıyla ateş yakan, haydariyi yoğurt kabında karıştırıveren Bünyamin ‘Ebeveyn eğitimi şart’ diye lafa giriyor. Aslında eşi çok endişelenince bazen de kızıp söylenince üzüldüğünü anlatıyor..


Sohbet tavşan kanı çayla koyulaşmışken, Ilgaz, elinde gitarıyla beliriyor ve müziği sohbetimize eşlik ediyor. Ilgaz iyi bir öğrenci, Muğla Anadolu Lisesini kazanmış ve yatılı okuyor. Annesi spor yapmadığı için üzülüyor, seneye yelken kursuna göndermek istiyor ama Ilgaz pek emin değil istediğinden. Her işe koşuyor oralarda, hoşuna idiyor babasına yardım etmek, işe yaramak.  Benzini biten motora benzin doldururken bir pet şişeyi kesip huni yapıveriyor mesela. Şartlara alışmış, ama yine de itiraf etmeden edemiyor kaptanımız Yenal’a; geceleri açıkta uyurken tilki gelecek diye korktuğunu ve köpekle yatabildiğini ancak. Köpek, oğlaklar, tavuklar herkes birbiriyle dost orada. Onlarda aileden olmuşlar, ‘Kesemem ben artık onları, ben görmeden biri keserse bilmem’ diyor Bünyamin, en çok yumurta veren tavuğunun, bir müşterinin ‘ben bunu istiyorum’ dediği için kesilmek zorunda kaldığını üzüntüyle anlatırken.


Bir de hepsinin dilinden düşmeyen ve bizimle tanıştıramadıklarına çok üzüldükleri küçük kardeş var. Adı Deniz, masa örtülerinin beyazlığının müsebbibi halasında kalıyormuş o sırada. Ama o kadar yardım etmiş ki 6 yaşındaki Deniz babası bu koyu adam etmeye ve düzeltmeye çalışırken, lokantalarında kullanılacak kül tablalarını bile sahilin kırmızıya çalan çamurundan baba oğul birlikte yapmışlar. İşte bu yüzden de çok ağlamış,  elleriyle inşa ettikleri tuvaletin duvarı yıkıldığında. Klozet hala ortada! Arzu eden denize karşı kullanabilir mi bilmiyorum ama, görüntülenirse fotoğraf yarışmasında birinci olmaya aday bir manzara!
Aylarca ellerliye çalışmış Bünyamin yaza hazırlayabilmek için oraları. Eşi diyorki; ‘ Ben survivor yarışmasına burada şahitlik ettim’ ve ekliyor; ‘çektiğim fotoğrafları face’te yayınlayacağım’ diye. Bir şok daha; ‘Nasıl yani?’ Medeniyetin hiçbir nimetinden faydalanılmayan bu koyda ‘facebook’ sözü bomba patlamış etkisi yaratıyor! Zaten Bünyamin de kuyu kebabını ‘internette’ araştırıp, oradan öğrenmiş. Leğenle kuyunun dibine suyu koyunca, et suyun buharıyla ağır ağır pişip yiyenlerin ağzında dağılıyormuş!


Tüm bu yaşananlar ve anlatılanlar, ‘Ben ne yapabilirim acaba, nasıl katkıda bulunsam?’ diye sormanıza sebep oluyor kendi kendinize. ‘Nasıl yani?’ sorusu ‘Nasıl yardım etsem?’ şekline dönüşüyor hatta. Biz gittiğimizde orada bulunan, daha sonra otuzbeş yıldır denizde yaşadıklarını öğrendiğimiz Alman çift fırtınadan sığındıkları bu koyda 4-5 gün kalınca teknelerinde bulunan sistemi kullanarak su bile arıtmışlar Bünyamin için! Zaten dost olmuşlar bir süre sonra. Alman çiftin ayrılma saati geldiğinde vedalaşırken bir şok daha. Ortaya çıkan anı defterine bir şeyler karalamalarını rica ediyor çat pat İngilizcesiyle Bünyamin. Eşi Sibel’de fotoğraf makinasıyla ölümsüzleştiriyor bu anı. Akıl edilmiş ne ince bir ayrıntı! Hayatlarını Knidos’ta ve çevresinde, hep turizmin içinde çalışarak, öğrenerek geçirmişler karı koca. Zaten Sibel turizm mezunu. Efsaneye göre burada doğduğu söylenen Afodit’in heykelinin ve birçok başka önemli tarihi eserin çalınmış olma ihtimalini çok inandırıcı bulmuyor mesela, çünkü orada bulunan kireç ocaklarında çevrede buldukları heykelleri yakarak evlerini inşa etmiş ve sıvamışlar yörenin insanları bu zamana kadar.  ‘Kim bilir, kimin evinin sıvası şu anda Afrodit heykeli?’ diyor Sibel. Şaşkın bakışlarımıza aldırmadan anlatıyor oraların hikayesini. Hem Knidos’un, hem de senelerce sahiplenip çalıştıktan, işlettikten sonra ihaleyi kazanamayıp bırakmak zorunda kaldıkları Knidos Restaurant’ın hikayesini. Bünyamin’in gözleri buğulanıyor, dede sessiz. Ilgaz bozuyor sessizliği; ‘Burası babama terapi oldu, depresyonu bitti valla’ diyor. Hepimiz gülüyoruz…


Sabah kahvaltıya bekleriz diye bizi uğurladıkları sırada, aklımız ödediğimiz hesabın garipliğinde. Bodrum-Gümüşlük’teki ismi lazım değil meşhur lokantanın tam yirmiiki de biri! ‘Nasıl yani?’ , ‘Az yedik, içki de içmedik, üç bira, iki ayran, iki su’ diyerek hesap yapmaya çalışırken kendimize güldük. Onca emeğe, taşımaya, pişirmeye, ikram etmeye, bembeyaz kolalı masa örtülerine, cam kadehlere, porselen tabaklara değmez! Kırkdört lira!!! Tekneye götürüp getirmek de cabası…


Aklımız karışık, yüzümüzde tuhaf bir tebessüm teknemize gidip uyumaya çalışıyoruz. Sabah kalktığımızda, yüzerek gidiyor çocuklar kıyıya. Aslında hoşumuza giden teknede etmek kahvaltımızı ama Bünyamin iş yapmalı diyerek kahvaltı davetine de hicabet etmeye karar verip ve çağırıyoruz Ilgaz’ı bizi alsın diye. Geldi aldı büyük mutlulukla. Zaten hazırlanmışlar, gitmemek hiç olmazmış. Dede çayın başında, Alman çift göz yumurtalarını yemekle meşgul. Belli ki onlar da gece vedalaştıkları halde, dayanamayıp kahvaltıya  gelmişler tekrar. Beyaz masa örtüsü,  sabah gün ışığında daha da beyaz. Organik kahvaltı huzurumuzda! ‘Ah o en çok yumurtlayan tavuğu kestiren müşteri, o olmasaydı, şimdi hepiniz sabah yumurtası yerdiniz’ diyor dede. Kızgın biraz; ‘Ben İzmir’e Hanım’ın yanına gittiydim, burada olsaydım kestirmezdim’  diye devam ediyor ama Bünyamin’in tavrı kesin, ‘müşteri isterse altın yumurtlayan tavuk bile kesilebilir’ ona göre.


Oğlaklar kahvaltı boyunca çevremizde. Aralarından biri lider. Karpuz, roka, ne versen yiyorlar. Zaten bir gün öncesinin meze ve yemeklerinin bulunmamasının sebebi de, günün kalan tüm yemeklerini köpek, oğlak ve tavukların tüketmesi. Ne de olsa onlar da aileden!


Biz kahvaltımızı ede duralım, Alman çift bu sefer gerçekten vedalaşarak ayrıldı. Bünyamin tekneler koya girerken de çıkarken de kontrolü bırakmıyor. Biz geldiğimizde de aniden geri dönüp tekrar niye koya girdiğimizi anlayamamış. 'Güneşi batırmak için'  diye açıkladık sorunca. Senelerce, teknelerde çalışmış ve hatta çok uzun yollar yapmış. Bunları anlattığı sırada ‘çapa takıldı’ deyip ayağa kalkmasıyla suya atlaması bir oluyor. Koşulsuz müşteri mutluluğu bu olsa gerek! Yüzerek tekneye ulaştığında önce dalıyor, sonra tırmanarak çapayı çekmek için yukarı çıkıyor, bir kez daha 'şaşkın ve mutlu' Alman çiftle vedalaşıp denize atlıyor. Kıyıya yüzdüğünde ‘deniz balık kaynıyor’ diye başladığı cümlesi; Ege’nin balıkları, hangi balığın mevsimi ne zaman, bizim denizlerde küçükken Cebelitarık Boğazını geçerken hangi balık hangi boya ulaşır gibi ansiklopedik bilgileri yaşanmışlığın içinden anlatmasıyla devam ediyor. Bünyamin öyle bir anlatıyor ki, yola çıkmamız gerektiğini bile unutuyoruz. Ayrılma vakti geldiğinde yine bir şok. Bünyamin hesap almıyor. Misafirimizsiniz diyor. Israr edince; ‘O zaman çocuklarınkini almam, sizi biz davet ettik’ deyip zaten çok hafif olan hesabı iyice hafifletiyor.


Burada belli ki maksat para kazanmak değil! Bünyamin herkesin karşısına alıp, yıprattığı doğayı arkadaş edinmiş, hayata meydan okuyor. Yıllarca emek verdiği lokantanın ihalesini alamamasına, mücadelesine ‘tabir-i caizse’ taş koyanlara ve belki o güne kadar dost bildiklerine …


Zaman zaman hepimiz mücadele gücümüzü yitirebiliriz. Ama önemli olan geçmişi ve yaşanmış olumsuzlukları geride bırakıp önümüze bakmak. Hayata meydan okumak, korkmadan ve yılmadan daha da sıkı tutunmak. ‘İyi günler ilerde’ felsefesiyle yaşamak ve çevremizdekilere de bunu yaşatmak. En önemlisi de bunu yapabilenleri fark etmek, örnek almak ve farkındalıklarımızı hayatımıza geçirebilmek…
                                                                                         
                                                                                                                                                                                                                                   Selda Ayşe GÜLEÇ



2 yorum:

  1. Mersincik bize hayat verdi. Knidosda yaşadığımız haksızlıkların ve kayıplarımızın ardından hayata dönmek başka şekilde mümkün olmazdı. Olmuyordu zaten. Tonla para harcasan senelerce hastanelere psikologlara gitsende olmazdı. Bizi hayata döndüren Mersinciğe mümkün olurda izinleri alırsak hayat vereceğiz. Umarım ve inşallah hayattaki en büyük dileğim bu; O'rada Mersincikte yaşlanıp ölürüm. Eşim ve çocuklarım ve birsürü hayvanlarımızla.. Sizin gibi tanıdığımız güzel canlarla dostlarla tanışmak, sizleri orada karşılamk istiyoruz. Bir çardak veya çadırda. Denizde demir atarak değilde dip florasını bozmayan tonozlara bağlayarak. Selda hanım elinize sağlık yüreğinize sağlık Yıllar sonra okuyup tekrar gözlerim doldu.

    YanıtlaSil