27 Kasım 2011 Pazar

2011 BİTERKEN...

 ''Gönlümde sema, sevinç ve zevk var her gün...''
                                                                                Mevlana

2011 BİTERKEN…

Nasıl geçtiği anlaşılmayan bir yıl mı, yoksa ‘ne zorlu geçti’ diyebileceğim bir yıl mı bilmiyorum 2011. Geçen sene bu vakitler ‘2010 biterken…’ başlıklı yazımı yazarken bu kadar zor bir yılın beni beklediğini bilmiyordum. Daha zor yıllar da oldu tabii ki, onlar geçmişti, 2011 de geçti. Aslında ömür geçiyor demek daha mı doğru acaba? Eskiden arkama dönüp yılların nasıl geçtiğine bakmaz mıydım yoksa? Bilmiyorum…

Hayatım boyunca her yeni güne yeni umutlarla, güzel düşüncelerle ve mutlulukla uyandım. Her zaman uyandığım gibi devam edebildim mi? Hayır! Ama ertesi güne yine iyi duygularla uyanmaya çalıştım. Kötülükleri silen ve hızla çözüm bulup, yoluna devam eden bir mekanizmayı işletmeye çalıştım içimde, bazen farkında olarak, bazen de fark etmeden.

Şimdi 2012 yılına da böyle girmek istiyorum. Hastalıkları, ameliyatları, aksilikleri, beni çok şaşırtan ve inanmakta zorlandığım saçmalıkları, yorgunlukları, üzüntüleri, kısacası tüm olumsuzlukları geride bırakıp yoluma devam etmek istiyorum.

Bunun için oturdum geçtiğimiz yıl olumlu olan her şeyi kendime hatırlatmaya çalıştım. Güzel seyahatleri hatırladım ilk önce. Ve hatta hatırlayınca şükrettim ne kadar çok seyahat edebilmişiz diye. Seyahatler de başımıza gelen güzel anları gözümün önüne getirdim. Hiç akılda yokken Mescid-i Aksa’yı ziyaret edip orada dua edebildiğimi, tanrının böyle bir şeyi nasip ettiğini düşündüm. Düğünleri, kutlamaları ve bazılarında ne çok eğlendiğimizi hatırladım sonra. Kızlarımın ve eşimin doğum günümdeki müthiş sürprizini atlamadım tabi tüm güzellikleri kafamda sıralarken. Başarıları hatırladım kazanılan ve bu başarılardan sonraki sevinçleri. Çaresi olmayan hiçbir dert ya da hastalıkla karşılaşmadığımızı fark ettim ayrıca ve tekrar şükrettim. Sahip olduğum, yanımda her zaman olacağını bildiğim dostlarımın isimlerini tek tek aklımdan geçirdim. İyi ki varlar dedim. Hepsinin iyiliği için dua ettim önümüzdeki yıl ve sonraki yıllar için.

Bir şey için daha dua ettim. Çok önemli olduğunu düşünüyorum bu duamın. Çevremdeki insanların hatalarını değil, iyi yanlarını görmeyi diledim Allah’tan. Kusurlar ve hataların her zaman bir sebebi olduğunu aklıma getirmesini istedim. Bu kusurları ortaya çıkararak değil, üstünü örterek, affederek devam edebilme gücünü bana vermesini istedim. Kendim için istediğim her türlü iyiliği başkaları için de isteyebilmeyi diledim.

2012’ye girerken;
Gökyüzünün mavisine daha çok bakmaya, güneşi bulutların arkasında kalsa bile her gün selamlamaya,
İçinde karamel, çikolata, şeker tadında kitaplar, dergiler olan kitapçılarda daha çok zaman geçirmeye, aldığım tüm kitapları okumaya, filmler seyretmeye, sergiler gezmeye, tiyatro biletlerini önceden aylık olarak almaya, şehrin keşfedemediğim yerlerini keşfetmeye, ülkemin gezip göremediğim yerlerine gitmeye, öğrendiklerimi ve kazandıklarımı paylaşmaya,
Sevdiklerimi daha çok ziyaret etmeye, yıllardır görüşemediğim dostlarıma vakit ayırmaya, onlarla buluşmaya,
Daha çok yazmaya, yazdıklarımı bir kitapta toplamaya,
Ve daha çok fotoğraf çekmeye, hatta belki sergi açmaya karar verdim.

Bir dua daha ettim en sonunda bizi yaratana; tüm bu kararları uygulayabilmek için sağlık versin, güç versin diye…
Kim nasıl mutlu olacaksa, her şey herkesin dilediğince olsun diye…
           
27/11/2011
Selda

İlk Not: Kararlarımı uygulamaya başladım. Bu yazıyı yazdığım gün kızımla birlikte, Lütfi Kırdar Kongre Sarayındaki 'Contemporary İstanbul' sanat fuarı daha doğrusu Türkiye'nin en büyük çağdaş sanat etkinliği ve sanat olayını ziyaret ettik. Gerçekten çok güzeldi. Çok sayıda genç Türk sanatçının oluşu daha da değer katıyordu bu sanat olayına bence. Gitmişken oradaki eserlerden alamadık, ama çok güzel kitaplar aldık. Aldığım kitaplardan Prof. Talat Sait Halman'ın çevirileriyle Türkiye İş Bankası tarafından sunulan 'Candan Cana' isimli eser Mevlana'nın 131 rübaisinden oluşuyor. Usta ressam Erol Akyavaş'ın benzersiz desenleri de rübailere eşlik ediyor.
Bu kitaptan okuduğum bilgilere göre; rübai Fars şiirinin bir icadı ve dörtlük demek. Genellikle birinci, ikinci ve dördüncü mısra kafiyeli, üçüncü mısra kafiyesiz. Eğer üçüncü mısra da kafiyeli olursa,''rübai-i terane'' ya da ''rübai-i musarra'' adını alırmış.

İşte içlerinden seçtiğim iki güzel örnek;

Ey gönlüm, ölümden sana gelmez ki zarar;
Cansız kalmak yok sana, can olmak var.
Gökten yere inmiştin başlangıçta,
Yerden göğe sen dinç ağacaksın tekrar.


Çevirisinde 8+8 hece vezni kullanıldığı belirtilerek sunulan bir başka rübai;

Bir yerde konaklayıp da yola koyulmak ne güzel,
Hiç donmadan, bulanmadan böyle durulmak ne güzel.
Dün geçmiş ola: onunla gitti gider dünkü sözün:
Her yepyeni gün için bir taze söz bulmak ne güzel.

Bu rübai ile yazımı tamamlamak da çok güzel.
Şimdi geriye bir tek şey kaldı, her yeni gün için taze bir söz bulmak:)

İkinci Not:

MEVLANA'NIN AYAK İZLERİ...

Anladım ki; ‘2011 Biterken…’ başlıklı yazımı yazdığımda daha çok erkenmiş yılı bitiren bir yazı yazmak için. Aslında belki de Hz. Mevlana’nın rubaileriyle süslerken bu yazıyı evrene bir çağrı gönderiyormuşum farkında olmadan. Ve evren de çalışmış olsa gerek ki, 16-17 Aralık 2011 tarihlerinde Şeb-i Aruz Törenleri için ailecek Konya’ya gittik.
Sadece törenlere katılmadık Konya’da, turda bize rehberlik eden Ali Canip Olgunlu’ya göre Hz. Mevlana’nın ayak izlerini takip ettik. Mevlana’nın sevdiği yemekleri yedik mesela ilk ayak izinde. Bamya çorbası sevdiği yemeklerin başında geliyormuş. Minik minik bamyalardan yapılmış bu çorbayı içmeden dönmemek lazım bence Konya’dan. (Reklam yapmak gibi olmasın ama ünü Türkiye sınırlarını aşmış olan tarihi ‘Köşk Konya Mutfağı’ yeni adıyla 'Konak Konya Lokantası’na mutlaka uğranmalı diyorum ben Konya’ya gidildiğinde...)
'Sema Gösterileri'  çok güzeldi. Gerçek bir ziyafet diyebiliriz buna. Ahmet Özhan'ın yorumuyla tasavvuf müziği ve semazenlerin inanılmaz gösterileri yazılı ve görsel medya sayesinde çok tanıdık olsa da, gidip yerinde izlemek harika. Hele ki gösteriden önce Hz. Mevlana'nın yirmi ikinci kuşak torunu Esin Çelebi tarafından Mevlana Vakfı'nın güzel ortamında ağırlanmak ve sohbet etmek bambaşka güzel ve özel…
Sille Köyü’ne gitmek ve orada Hz. Mevlana’nın kandilleri hiç sönmesin diye yağ gönderdiği kiliseyi ziyaret etmek takip ettiğimiz ayak izlerinden bir diğeriydi. Günümüze kadar gelebilmiş olan Aya Elena Kilisesi şu anda kapalı ne yazık ki. Kilisenin önünden yürüyerek Sille Köyü’nün içinden geçiliyor. Bu gizemli eski Rum Köyünde pek çok şeyi bir arada bulmak mümkün. Daha köye girerken dünyanın en sade mezarlığı çıkıyor karşınıza örneğin. Sade kelimesi bir mezarlık için tuhaf gelebilir belki ama, Osmanlı’dan kalma bu mezarlığı anlatmak için başka bir sıfat bulamıyorum. Kesinlikle mermer kullanılmamış mezar taşı olarak ve aynı boyutta yüzlerce gri renkli taşın başuçlarına dikildiği mezarlar müthiş bir düzen içinde. Ayrıca Konya’da mezarlık kelimesinin pek kullanılmadığını da eklemek istiyorum hazır yeri gelmişken. ‘Susmuşlar’ diyorlar mezarlık yerine. İçi şöyle bir ürperiyor ilk duyduğunda bu sözcüğü insanın, ama sonra çok haklı geliyor kulağa ve henüz yaşarken susmamak gerektiğini de hatırlatıyor içten içe.
Buralarda fotoğraf çekmeye yetişemiyor insan. Sille Köyü’nün yerli ve yabancı turistlere alışık çocukları çok güzel pozlar veriyorlar. Bir taraftan küçük küçük tarihi köprülerin fotoğrafını çekerken, harika bir fotoğraf sergisiyle karşılaşıveriyorsunuz ara sokaklardan birinde. Sonra da mum ve seramik atölyelerini işaret ediyor sevimli Sille Köyü çocukları. E tabi uğramadan olmaz; seramik atölyesinin satış yerinde çok güzel toprak kaplar var. Neye bakacağınızı şaşırmış bir şekilde yürürken sonunda ulaşılan köy kahvesi harika bir dinlenme ortamı.
Ateşbaz-ı Veli’nin Meram Bağlarında bulunan türbesi de takip edilen ayak izlerinden bir diğeri. Buradaki güzel türbede hem dua ediliyor, hem de küçük bir torbaya tuz koyarak dileklerde bulunuluyor. Evdeki tuzun içine az bir miktar katıp tüketmek ve sonra tutulan dilek olunca da türbeye tuz getirerek katkıda bulunmak gerek tabi. Ateşbaz-ı Veli,  Hz. Mevlana’nın aşçısıymış ve bir terbiye ve eğitim makamı olan dergahta yetişmiş. Konya’da ‘Tuzcu Baba’ olarak da anılıyor. Aynı sihirbaz, kumarbaz gibi sonuna ‘baz’ eki alan Ateşbaz kelimesi, Farsça bir kelime, ateşle oynayan demekmiş. Sanırım ‘baz’ son eki kelimeye bir şeyi iyi yapan anlamı katıyor. Yani hakkında anlatılan hikayeye bakılacak olursa Ateşbaz-ı Veli ‘ateşi iyi yakan’ anlamında kullanılıyor olabilir. Hikayeye göre;  bir gün, dergahın mutfağında yemek pişirmek için odun kalmamıştır. Dergahın aşçısı olan Ateşbaz-ı Veli, durumu Hz. Mevlana’ya bildirince, Hz. Mevlana latife yollu, “Odun kalmadıysa ayaklarını kazanın altına sok da yemeği onunla pişir.” der. Ateşbaz için şaka da olsa emir emirdir. Mutfağa gider, ayaklarını kazanın altına sokar ve parmak uçlarından çıkan ateşle yemeği pişirir.

Meram bağlarındaki diğer bir durağımız bizi Konya lezzetleriyle tanıştıran Saime Hanım’ın eviydi. Tam bir misafirperverlik örneğiydi kendisinin bu daveti. Taze otlar ve peynirleri sarmalayan sac pideleri, buğdaydan hazırlanmış yöresel bir karışıma eklenerek yenen bahçeden toplanmış ve kurutulmuş envai çeşit kuru ve yaş meyveler, Konya’nın ünlü tatlısı pudra şekerli sac arası tatma fırsatı bulduğumuz Konya lezzetlerinden birkaç tanesiydi. 
Gerçek Şeb-i Aruz saat 16.00'da Hz. Mevlana’nın Türbesi’nde okunan dua, yani Mevlana'nın Allah'a kavuştuğu anda gerçekleştirilen tören aslında. Mutlaka erken gitmek ve kalabalık çoğalmadan yer bulmak gerekiyor türbede. Beklerken ney sesi eşliğinde dua etmek, o anı yaşamak gerçekten inanılmaz.
Duaya katılmayanlar, Konya'nın meşhur etli ekmeğinden yemeye (Cemo Etli Ekmek) gitmişlerdi. Her ne kadar biraz soğusa da etli ekmekler daha sonra duaya katılanlara ulaştı.
Konya’yı ve Hz. Mevlana’nın Türbesini Ali Canip Bey’in güzel anlatımlarıyla ziyaret etmek bir ayrıcalık olmalı diye düşünüyorum. Anadolu coğrafyasını ve medeniyetlerini çok iyi bilen ve bu coğrafyayı gerçekten çok sevdiği belli olan biriyle dolaşırken insan bambaşka duygularla doluyor. Peygamberlerin sözleriyle ve dini hikayelerle süslü bir anlatım tarzı Konya’nın genel havasına da gerçekten çok uyuyor.
Unutmayayım diye konuşmaların arasında geçen sözlerin bazılarını not almaya çalıştım: ‘Eğer benimleysen ve hiç kimseyle değilsen, o zaman sen herkeslesin’; Allahın bu güzel kelamı aslında ne büyük bir anlam taşıyor. Sanki bir nefeste özetleyiveriyor hayatı ve insan ilişkilerini.   ‘Allahım, gönlümden geçenleri hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle’ diyerek Tanrıdan her şeyin hayırlısını istemek ve O’nun bize verdiklerinin hayrına inanmak ne güzel… 

‘Hoşgörü’ Konya’nın havasında takılıp kalmış sanki. İnsanlar misafirperver, saygılı ve çok istekli. Bu sözler yetmiyor aslında oradayken yaşanılan duyguyu anlatmaya. İstanbul’un her an patlamaya hazır fazla adrenalin dolu havasından sonra buradaki huzur çok etkileyici. Belki de insan Hz. Mevlana’nın ayak izlerini takip ederken ister istemez O’nun felsefesiyle dolup taşıyor.
Kısacası; ‘İlim, aşk, sevgi, saygı ve en önemlisi edeb' içine işliyor insanın Konya'da…                                                                                    

28 Aralık 2011

1 yorum:

  1. Selda Hanım,
    Yazınızı dolu dolu duygularla ,heyecanla ,keyifle okudum.Ne akıcı ve yalın bir anlatım dedim içimden.V e negüzel bir dost kazanmışım dedim ardından...Sizi tanıdığım için tekrar çok sevindim.Konya Seyahatimizin uzuuun bir yolculuğun ilk durağı olduğu inancı ile sevgiyle kalın
    Ayşe Kaynarcalı

    YanıtlaSil