24 Ocak 2012 Salı

Fener-Balat Gezisi, 22 Ocak 2012

Çok soğuk bir gün… Balat-Fener gezisi için buluşma yerimiz Bulgar Kilisesi’nin önü. Açık havada beklemenin zorluğu buluşma yerini değiştirmiş olacak ki, hemen kilisenin çaprazında bulunan başka bir mekana çağrılıyoruz; ‘Fındık Kabuğunda Köfte ve Kuru Fasulye’ yazıyor mekanın tabelasında. Ne güzel bir isim. Köfte ve kuru fasulye yemek için henüz çok erken olduğundan, çay içmekle ve kahvaltılık bir şeyler atıştırmakla yetiniyor herkes. Girişteki duvarda bulunan, ünlülerin orada çekilmiş ve yorumlar yapılıp imzalanmış fotoğraflarından anlaşılıyor ki, meşhur bir yerdeyiz.

Çaylar bitince gezimize başlıyoruz. Grupta birbirini tanıyanlar çoğunlukta gibi bir hava esiyor. Soğuk yakamızı bırakmıyor, çünkü ilk durağımız olan Bulgar Kilisesi tadilatta ve dışarıda dinliyoruz uzun tarihçesini Balat’ın. 1453’ten 1860’lara kadar sosyete ikamet etmiş buralarda. Devr-i saadet yaşanmış başka bir deyimle. Sosyetenin başka semtlere taşınmasıyla, el değiştirmiş buralar ve bambaşka bir kimliğe bürünmüş Balat.

Haliç’in kenarında kah durup rehberimizi dinleyerek, kah yürüyerek ilerliyoruz,  soğuk peşimizde. İlk firemizi veriyoruz gruptan ve geziye birlikte geldiğim büyük kızım soğuğa dayanamayıp eve geri dönme kararı alıyor. Öyle bir soğuk ki hava, gördüğümüz yerlerle ilgili anlatılanları not almaktan vazgeçtim, eldivenimi çıkarıp fotoğraf çekmek bana bile zor geliyor.

İkisinin de adını unuttuğum bir kilise ve sinagogu geçince karşımıza çatısında ve bahçesinde onlarca kuşun olduğu bir cami çıkıyor. İlk kez eldivenlerimi çıkarıyorum; ölümü simgeleyen musalla taşının üzerinde, aynı Balat gibi, ölüme ve yok oluşa inat kıpır kıpır, cap canlı duran kuşların fotoğraflarını çekmek için.

Biraz daha ilerledikten sonra, Or Ahayim Musevi Hastanesi’nin önünde biraz durup, bağışçı aile ilgili bilgi ediniyor, adı bile yahudilikte fakirlere yardım, hayırseverlik anlamına gelen bu hastanede cumartesi günleri semtin yoksullarına ücretsiz hizmet verildiğini öğreniyor ve Balat’ın tarihi ara sokaklarına doğru ilerliyoruz. Hızlı yürümek soğuğun etkisini biraz azaltıyor.

Yine bir cami; küçücük, tertemiz, sevimli mi sevimli. Kiliseden camiye çevrilmiş ve mimarisi haç şeklinde. Atik Mustafa Paşa Camii adı, zat-ı muhteremin türbesi de içinde. Dua etmenin insana keyif verdiği yerlerden biri burası.  Daha bahçesindeyken bile huzur doluyorum ve güneş vuran bir köşeden rehberi dinlerken ısındığımı hissediyorum.

Erkek çocukların top oynadığı, kızların kapı girişlerindeki kuytuluklarda soğuğa rağmen sohbet ettikleri sokaklarda ilerlerken öyle çok kiliseye girip çıkıyoruz ki, isimlerini akılda tutmak imkansız. Zaten rehberimizin dediğine göre içlerinde çok nadide ikonaların olduğu bu kiliselerin bazılarına özel izinle girebilmişiz. Şu anda kullanılmıyormuş çoğu ve sadece yortu günlerinde ve özel bazı kutlamalarda açılıyormuş.

Bu semtte yaşayan Musevi kalmadığı için kapalı bulunan pek çok sinagoga da sadece dışarıdan bakıp tarihçesini dinledik. Yanbol ve Ahrida Sinagogları bunlardan iki tanesi. Ahrida’nın içindeki tevası, Osmanlı kadırgalarını simgeleyen gemi pruvası şeklindeymiş, bir başka rivayete göre ise pruva şeklindeki bu teva Nuh’un gemisini simgeliyormuş. Yanbol ise Bulgaristan’dan göç eden musevilerin kurduğu, içinde ahşap tonoz bulunan tek sinagogmuş. Rehberimizin siyah demirden bir garaj kapısını göstererek hikayesini anlattığı, ardında kalıntısı var mı yok mu belli olmayan Veria Sinagogu ise ismini sanırım devrin padişahının Makedonya’dan gelen göçmenlerin isteğine karşılık  ‘’ver ya!’’ demesinden almış.

Yolumuzun üstünde bir pazara rastlıyoruz, sonradan öğreniyorum adının ‘Kastamonu Pazarı’ olduğunu. İnanılmaz güzel, küçücük ve çok özgün. Yıllardır hiç böyle bir pazar görmedim. Her mevsimin sebze ve meyvesini hormonlu da olsa bulabildiğiniz günümüz pazarlarının aksine, sadece kış sebzeleri ve meyveleri hem de çok uygun fiyatlara satılıyor bu pazarda. Kestaneler, cevizler, ayvalar, elmalar, armutlar, bal kabakları, kocaman sarımsaklar, şeker fasulyeleri, kara lahanalar, tüm manavlarda arayıp bulamadığım ebegümeçleri, ev yapımı çeşitli ekmekler, salçalar, turşular… Dayanamayıp bol bol fotoğraf çekiyoruz turu düzenleyen arkadaşım Ayşe Kaynarcalı'yla ve grubun oldukça arkasında kalıyoruz.

Sokakların arasında evden eve gerilmiş iplerin üstü çamaşır dolu. Tam fotoğraflık. Artık soğuğu hissetmiyoruz, çünkü bir taraftan fotoğraf çekip, bir taraftan grubu takip etmek soğuğun etkisini azaltıyor, öncelikle beynimizde sonra da vücudumuzda. Grubumuzu bulmaya çalışırken geçtiğimiz sokaklarda bir yer arar halimizi belli etmiş olmalıyız ki esnaf bize yardım ediyor. Tarihi bir hamamın yanından geçerken tabelasındaki ilginç yazıya gülüyoruz ‘Tarihi Tahta Minare Hamamı, Turkish Bath, Saunamız Açılmıştır’ ve tabi ki bu fotoğrafı da çekip, yeni bir kiliseye girmeye hazırlanan grubumuzu karşıdan görür görmez tekrar onlara dahil oluyoruz.

Kiliseyi dolaşıp çıktıktan sonra yol üstündeki bir kahvehanenin içine giriyoruz. Belli ki alışıklar bu mekanın içinden geçenlere okey oynamaya ve çay içmeye devam eden buranın müdavimleri! Bir sağ, bir de sol yapınca, arkadaki alana ulaşılıyor. Amacımız Çana Sinagogu’nu görmek. Yuvarlanmış tel örgülerin ardında, adeta bir harabe görünümünde Çana Sinagogu. Musevi inanışına göre Cumartesi günleri (yani şabat sırasında) uyulması gereken kurallara uymayanların cezalandırıldığı odalar görünüyor kahvehanenin bu bölümünden. Hızlı hızlı geri çıkarken siyah kıyafet giydirilmiş bir kurukafanın ayakta durduğu, bakır kaplarla süslenmiş ve üstü siyah bir ağ ile kaplanmış garip görünümlü şömine çarpıyor gözüme. Durup fotoğrafını çekiyorum, aldıran yok! Çay ocağına yöneltince fotoğraf makinemi, çaycı arkasını dönüyor, sanki umursamadığı iyice belli olsun diye… Yine de çekiyorum fotoğrafını!

Harika bir kahvehane tabelası çıkıyor karşımıza buradan çıkınca ''Derviş Baba deliler, abdallar, meczuplar, aşıklar Kahvehanesi'' yazıyor üstünde.

Çok sıradan, tabelası bile olmayan bir dükkanın önünde duruyoruz biraz daha yürüdükten sonra. Rehberimiz bizi çok şaşırtmak istercesine buranın şarkılara konu olmuş meşhur ‘’Agora Meyhanesi’’ olduğunu söylüyor. Elimi gözüme siper edip camdan içeriye bakınca eski radyolar, içilip sanki özellikle öylece bırakılmış gibi duran şarap kadehleri görüyorum. Sonra kıpırtılar oluyor, biri gelip bakıyor ve o anda elim kapının koluna gidiverince kapı açılıyor. Uyarılırsam kibarca terk etmek üzere içeri süzülüyorum peşimde birkaç kişiyi daha hissederek. İçeride birileri var sanki tamirat yapan, ama ses eden yok niye içeri girdiğimize dair. Alelacele Türk filmlerini hatırlatan bordo kadife kumaşla kaplanmış çekyat, onun üzerinde duran kırık bebek, kitaplar ve yerde duran tuhaf objelerin fotoğraflarını çekmeye çalışırken grubun uzaklaştığını fark ediyorum. Duvarlarda adeta sergilenecekmiş ya da daha önceden sergilenmiş de kaldırılmamış gibi üzerinde ışıklandırmaları bile olan fotoğraflar gözüme takılıyor çıkarken. Fotoğraflardaki objelerin yan yana sıralanmış içleri yarısına kadar dolu şarap kadehleri olduğunu görünce, camdan içeriye doğru bakarken gördüğüm kullanılmış kadehler anlam kazanıyor birden. İlk gördüğümde ‘parti mi yapmışlar ne?’ hissi uyandıran kadehler, burada aslında birilerinin bir takım sanat çalışmaları yaptığı ipucunu veriyor bana. Biraz sonra gruba katılınca duyuyorum ki, gerçekten de bir ressam kiralamış şarkıların agora meyhanesini. İçimden bir ses ‘sonra yine gel’ diyor ‘buraları bu kadar gezmek yetmez…’

Öğlen yemeği mekanı da harika; Cafe Vodina. Her şey ev yapımı, sadece restaurant sahibesine ait değil, çevrede yaşayan hanımların yaptığı lezzetler de yer alıyor menüde. Çorba gerçekten çok lezzetli ve özel; elde açılmış ve kesilmiş ev yapımı eriştelerin, mevsim sebzeleriyle birlikte, tarhana çorbasının içine eklenmiş hali. Yaprak sarması ve tulumba tatlısının ardından, rehberimizin uyarısıyla hızla çaylarımızı yudumluyoruz ve soğukta yürümekten yorulan gruptaki çocukların bir kısmını da burada fire vererek yolumuza devam ediyoruz.

Bahçe kapısını açık gördüğümüz bir temsilcilik kilisesinine giriyoruz telaşla, çok rastlanan bir durum değilmiş bu kapının açık olması, dolayısıyla acele ediyoruz. Bahçe çok ihtişamlı, birisi kurt üç tane köpek var içeride. Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu duyana kadar bahçeyi ve Bizans’tan kalan ulu bir ağacı görüntülemek mümkün oluyor pek çoğumuz için.

Sonraki duraklarımız; Yoakimyon Kız Lisesi ve Kırmızı Mektep. Şu anda gerçek işlevini kaybetmiş ama heybetinden hiçbir şey kaybetmemiş süper iki bina… Fener Rum Lisesi nam-ı diğer Kırmızı Mektep, çok az sayıda öğrenci ile de olsa halen eğitim veren özel bir erkek lisesi. Yoakimyon Kız Lisesi binası şu anda eğitime kapalı olduğundan ne yazık ki çok metruk bir vaziyette. İnsanın buralarda yaşanmışlıkları hayal ettiğinde içini hüzün kaplamaması mümkün değil. Fotoğraf çekmeye çalışırken rehberimizin anlattığı hikayeleri kaçırıyorum hep.

Ara sokaklardaki binaların güzelliği, özellikle kapılarında ve ikinci kat cumbalarında kullanılan mimari özellikler, eski günlerde yaşanan gösterişli hayat tarzıyla ilgili pek çok şey anlatıyor. Rehberimizin gezinin başında belirttiği gibi günümüzde bambaşka bir kimliğe bürünmüş Balat. Adeta evrim geçirmiş, Kafka’nın ‘’Metamorphosis’’, “Dönüşüm” eserindeki gibi, işe yarar halini kaybedince, bakımsız, sevgisiz kalmış ve ayakta duramamış. Zamanında sahip olabilmek için muhtemelen can atılan evlerin çoğu boş bir harabe şeklinde, oturulanlara bir nebze bakılmış, bazıları da restore edilip eski haline döndürülerek tekrar işlevli hale getirilmiş, ama semtin bugünkü görüntüsü yine de içini acıtıyor insanın.

Sokakların isimleri de çok ilginç Balat’ta. Bazı tabelaların fotoğrafını çektim unutmayayım isimlerini diye. Mesela ‘Atgeçmez Sokağı’. Bu sokağı geçer geçmez, tam önündeki sokakla kesiştiği noktada 8 numaralı evin mübadele yıllarındaki yaşanmış kederli hikayesini dinlerken gözüme çarptı bu sokağın ismi.

Firketeci Sokağı’ndan geçerken de sokağın ismini beğenip tabelasının asılı olduğu binanın fotoğrafını çekmiştim. Daha sonra bu binanın önünde durduk ve ilk katı rengarenk boyalarla yazılıp çizilmiş binanın her katının farklı bir mimari ile inşa edildiğini anlattı rehberimiz.  Gerçekten de birinci katında köşelerde üst üste konmuş taşlar vardı ve pencerelerinin üstü düzdü, ikinci katında ise köşelerde sütunlar ve pencerelerinin üstünde de üçgenler vardı.

Burayı geçince Kanlı Kilise ile karşılaştık, ibadete açık tek kilise imiş diğer bir adıyla Moğol Kilisesi. Kısa sürede yani saat 10.30 ile 15.30 arasında bu kadar çok yer görmenin yorgunluğu hızla üzerimize çökmeye başlarken gezimizin sonuna yaklaştığımız haberiyle tekrar bir canlandık.

En son durağımız Patrikhane Kilisesi. Kapıdan girer girmez, yan yana dizilmiş, hepsi aynı renk ve aynı boyda dilek mumları kendine çekiyor insanı…  En ihtişamlısından bir seyyar satıcı arabasını andırıyor mumların dikildiği yer, belki de buranın bir adı var ama ben bilmiyorum. Tezgaha serilmiş kumun içinde dimdik duran, belli ki birbirinden yakılmış bir sürü mum var. Bir mum alıp, başka bir mumdan yakıp, diğerlerinin yanına dikiyorsun. Pek çok mum ve pek çok dilek birbirine karışıyor.  Kendi mumunu kimin mumundan yaktığının bir önemi var mıdır hiç düşünmüyorsun. Alelade bir muma mı gider elin, ya da başka bir dürtü müdür bir diğerinin dilekleriyle ya da hüznüyle ortak eden seni, birlikte istemek, evrene beraber seslenmek gibi bir şey midir bu bilinmez… Hemen bir mum alıp yakıyorum.

Gruptan ayrılmış mum yakmakla uğraşırken ve kafamda mum yakmanın felsefesini çözmeye çalışırken ne yazık ki Patrikhane’nin ve kilisenin hikayesini kaçırdım. Cep telefonuyla konuşurken buraların filmlerde gördüğümüz sokaklara benzediğini anlatmayı uzatınca da, hikayeyi ucundan da olsa yakalama fırsatı iyice yok oldu. Bilgiye erişmenin elektronik ortamda çok kolaylaştığı günümüzde, bir şeyleri yerinde yaşamak lazım deyip bu ve kaçırdığım diğer hikayeleri daha sonra araştırmak üzere kendimi bir güzel rahatlattım tabi hemen.

Ayrılma noktasına ulaştığımızda bir Rum İlköğretim Okulu ile daha karşılaştık. Burayı inşa ettirenler Kırmızı Mektebin gölgesinde kalmasın istemişler bu yapının, ama çok güzel bir bina yapabilmiş olmalarına rağmen Kırmızı Mektebin ihtişamına ulaşabilecek derece başarılı olamamışlar doğrusu. Tam önünde bir dizi film çekiliyor okulun, daha doğrusu karşısındaki evde. Az önce telefonda bu sokakları film karelerine benzetmiş olduğumu düşünüp gülümsüyorum kendi kendime.  ‘Bir Çocuk Sevdim’ dizisinin çekimine biraz şahitlik edip, dizide oynayan oyuncuları görmeye çalıştıktan sonra grupla vedalaşıp ayrılıyoruz.

Balat'daki değerleri ortaya çıkarabilmek için neler yapılabilir düşünceleriyle dolu olarak gerçekte yaşadığımız semtlerin yolunu tuttuğumuzda içimize işleyen soğuk yavaş yavaş vücudumuzu terk etmeye başlamıştı. Günün sonunda gezi için ‘nasıldı?’ diye soranlara, verilen ilk cevap ‘soğuktu!’ olduğuna göre, diyebiliriz ki soğuk gün boyunca başroldeki yerini korumuş ve geçmişe yolculuk yapmamızı sağlayan bu güzel semt gezisinde bizlere yarenlik etmişti. 

Zaten İstanbul'u gezerken insan öyle bir ruh haline giriyor ki, gerçekte havanın nasıl olduğunun hiç önemi kalmıyor ve herkes kendi havasına dalıp gidiyor...

Ayşe'ye Özel Not: 

2012 ile ilgili dileklerimin arasında yaşadığım şehrin ve ülkemin görmediğim yerlerini gezebilmeyi çok istemiştim. Evren öyle bir çalışıyor ki Ayşe'cim, bunları diledikten çok kısa bir süre sonra seni ve Şebnem'i tanıdım. Sacred7 Gezginleri arasına katılarak, organizasyonunu yaptığınız çok özel ve güzel turlarla bu isteklerimi sayenizde yaşamaya başladım.
Sonra ortak dostlarımız çıktı konuştukça ortaya; Ayşenur Tarazoğlu, Gülnur Kırcalı Özçakır gibi...
Ortak hobilerimizn olduğunu farkettik, yazmak gibi, gezmek gibi...
Sayenizde yeni dostlar tanıyorum; Ali Canip Olgunlu, Berna Ceylan ve Metin Kaçan gibi...

Tüm bunların güzel gezilerde ve günlerde devam etmesi dileğiyle...

Selda Ayşe GÜLEÇ
Balat-Fener, 22 Ocak 2012

Merak Edenlere Not:
Kaçırdığım konuşmalarla ilgili sonradan internetten araştırma yapıp öğrendiğim bilgilerin linklerini sizlerle de paylaşmak  istiyorum;
-Kastamonu Pazarı ile ilgili bilgiler için: 
http://www.megaforum.com/karadeniz-bolgesi/225993-kastamonu-pazarina-gec-kalma-koy-urunlerini-kaptirma.html
-Fener RumErkek Lisesi, nam-ı diğer Kırmızı Mektep   ile ilgili bilgiler için:
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=57269 
-Yoakimyon Kız Lisesi ile ilgili bilgiler için:  
http://www.biristanbulhayali.com/93
-Moğol Kilisesi ya da kanlı Kilise ile ilgili bilgiler için:   
http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=42185
-Fener Rum Patrikhanesi ile ilgili bilgiler için:   
http://www.bigglook.com/biggistanbul/semtler/eyup/fenerpatrikhanesi.asp










































Firketeci Sokağı


Kırmızı Mektep









8 Numaralı Ev















2 yorum:

  1. Ellerine ,yüreğine sağlık diyeceğim .Başka ne diyebilirim ki..Bir Balat gezisi bu kadar içten, bu kadar samimi anlatılabilirdi.Okurken tekrar yaşadım o soğuğun iliklerimize işlediği 22 ocak Pazar gününü ve seni tanımak, seni okumak içimi ısıttı,gülümsetti.İçimizi ısıtan insanların varlığını bilmek ne güzel:-) İyi ki varsın...Tüm gezi yazılarını merakla bekleyeceğim...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okurken Fener-Balat'a geri döndüm ve tekrar tekrar yaşadım,cok tesekkurler!

      Biz sizi çok sevdik, enerjiniz,hayata bakış açınız ve varlığınız ile gezilerimizin vazgeçilmezlerindensiniz...hep var olun, hep böyle kalın..

      Çok sevgiler..

      Sil